27 Şubat 2010 Cumartesi

ROMARCORD ya da ROMA’YI HATIRLIYORUM


Giriş

Gezi günlükleri tutmaya başlayalı çok olmadı. Yaklaşık iki yıldır, yurtdışına yaptığım seyahatleri kayda geçiriyorum. İki yıl önce Havana’ya yaptığım, hayatımın en büyük yolculuk deneyimi sonrasında gezi anılarımı yazmaya başladım. Neden gezi anılarımı yazma gereği duyduğuma gelince, onun ayrı bir öyküsü var ve belki başka bir sefere anlatırım.

Aslında ilk yurtdışı yolculuk maceram Havana’dan 17 yıl öncesine, 1991 Ağustos’unda yaptığım Roma seyahatine uzanıyor. Uçağa binmek, yurtdışına çıkmak, hele hele Roma’da bir hafta geçirmek, o güne kadar sadece ailesiyle yurtiçinde tatil yapmış ve lise sona geçmiş bir genç için inanılmaz heyecanlıydı. Ama gençlik işte… Not tutmak, deneyimlerini kayda geçirmek gibi gaileleri olmuyor insanın o yaşlarda. Yıllar geçince anlaşılıyor kayıt tutmanın önemi.

Geçtiğim sokakların, yediğim yemeklerin, tanıştığım insanların isimleri aklımda pek kalmadı, Roma tatilinin tüm detaylarını hatırlayamıyorum ama neyse ki fotoğraflar var. Diyorum ki, o günlerden kalan bazı fotoğraflarla 20 yıl öncesinin Roma’sında, hafızamda yer eden anılara doğru ufak bir geziye çıkalım.

Not: Yazıdaki fotoğraflar ağabeyim ve benim tarafımızdan çekilmiştir, ama hangi fotoğrafı kim çekti hatırlamıyorum. Ama fotoğraflar çekilirken beraberdik. Ayrıca fotoğrafların dijital ortama geçirilmesinde katkısı olan fotoğrafçı arkadaşlarım Ayhan Savaşan ve Tan Kurttekin’e teşekkür ederim.


Ad Roma!
Hikaye şöyle başladı. Ağabeyim (buradan sonra abi olarak geçecektir) Norveç’te yüksek lisans yapıyordu ve dönme zamanı yaklaşmıştı. Bizimkiler de çocuk (ben) memleket görsün diye beni oraya göndermek istediler. Ancak ne olduysa Norveç’ten vize alamadık. Bu sefer rotayı, abimin tanıdıkları da olduğu için Roma’ya çevirdiler. İtalya bir haftada vize verdi. Ben İstanbul’dan, abim Oslo’dan 19 Ağustos 1991 tarihinde Roma’ya uçtuk ve Fiumicino Havaalanında buluştuk. Bizi karşılamaya gelen abimin arkadaşı Alessandro abi (!) ile birlikte Roma’ya, d’Uffizi’lerin Trastevere’de Via Fonteiana sokağındaki evlerine doğru yola çıktık. Bir hafta boyunca Alessandro abi ve ailesinin misafiri olduk.



İşte Roma’da çektiğimiz ilk fotoğraf karesi. Piazza Colonna’nın hemen yanındaki Piazza di Monte Citorio. Dikilitaşın arkasındaki bina Temsilciler Meclisi binası. Yanılmıyorsam Alessandro abinin babası bu binada çalışıyordu.
---

Ünlü Vittorio Emmanuelle Anıtı. Birleşik İtalya’nın ilk kralı Vittorio Emmanuelle II’nin adına, 1911’de başlanıp 1935’te tamamlanan anıt. Nam-ı diğer “düğün pastası”. Has Romalılar antik kalıntılar üzerine yapılan bu binayı sakil buluyorlar ve hiç sevmiyorlar, ama o kadar merkezdeki her gün birkaç kez önünden geçmek zorunda kalıyorduk.
---

Artık kimse Anita Ekberg kadar cesur değil. Trevi Çeşmesi’ne kimse giremiyor. Ben ise girmek bir yana, çeşmenin etrafını saran kalabalığı yarıp elimi bile sokamadım suya. Para da atamadım. O nedenle Roma’ya geri döneceğim şüpheli. Pek iyi bir fotoğraf olmamış ama Trevi Çeşmesi işte.
---

Ortada ben, yanımda abim, Roma katakomplarındayız. Arkamızda da orada tanıştığımız İspanyol bir aile. Abim onlarla İspanyolca konuşurken ben bön bön dinliyordum. Abim İtalyanlarla İtalyanca konuşurken ben yine bön bön dinliyordum. Ben İtalyanlarla İngilizce konuştuğumda ise onlar bön bön dinliyorlardı.

Sana bir tepeden baktım aziz Roma!


Gianicolo’da günbatımına karşı Bayan Garibaldi’nin heykeli. Biraz ötede bizzat Garibaldi’nin de at üstünde, vakur duran bir heykeli vardı. Ama şaha kalkmış atıyla, elinde tabancasıyla işgalcilere saldıran Bayan Garibaldi tam bir kahraman gibi görünüyordu.
---

Gianicolo, Trastevere’de ağaçlıklı yolları ve parklarıyla gezmesi çok hoş bir tepe. Tüm Roma’yı tepeden izlemek için ideal. Kaldığımız eve çok yakın olduğu için yürüyerek gidebiliyorduk. Aslına bakarsanız abimin zoruyla neredeyse tüm Roma’yı yürüyerek dolaştık. Bayağı söylenmiştim abime ama zaten Roma’daki trafik sorunu nedeniyle pek çok yere otomobille girmek yasaktı.
---

Gianicolo’da, tepenin üstünde bir deniz feneri. Peki Roma’da deniz nerede? Asteriks’in kadim dostu Hopdediks’in dediği gibi: “Deli bu Romalılar!”
---

Yine Gianicolo’da bir parkta kukla tiyatrosu. Pulcinella sahnede. Büyük küçük herkes ilgiyle oyunu izliyordu.
---

Trastevere’de bir sokak. Hiçbir özelliği yok. Sıradan Romalılar, böyle sıradan sokaklarda oturuyorlar. Roma’daki ilk günümüzün sonunda, eve dönerken bunun gibi birkaç fotoğraf çektim. O günden beri gittiğim yerlerde anıtların, ünlü binaların, turistik mekanların yanı sıra birkaç poz da sıradan sokaklara ayırırım.

Forum’a giderken komik bir şey oldu.


Ave yüce Sezar! İkinci gün turumuza Roma Forumu’ndan başladık. Palatine Tepesi ile Capitoline Tepesi arasındaki geniş alanda Roma İmparatorluğuna ait idari binaların, tapınakların, bazilikaların, çarşıların ve sarayların kalıntıları var. Antik Roma’nın kalıntıları arasında, 2000 yıl önce hayatın, politikanın ve tabii entrikaların döndüğü yerlerde dolaştık.
---

Bir turist kızımız yandaki heykele özenmiş olacak. Herhalde kalıntılara en büyük tahribatı turistler veriyordur. Aramızda kalsın, benim de kaide üstünde Romalı selamı verirken çekilmiş bir fotoğrafım var.
---


Hiçbir Roma tatili Colosseum’u gezmeden biter mi? Benimki bitti. Colosseum’un önüne geldiğimizde öğle tatili olmuştu. İçeri giremedik, ancak parmaklılar arasında içerisini şöyle bir görebildim. Abim de “zaten içeride fazla bir şey yok, toz toprak” filan diyerek durumu geçiştirdi.


MS 70’lerde İmparator Vespasian’ın yapımını başlattığı MS 80’de Titus zamanında tamamlanan 50 bin kişilik bu anıtsal yapının devasa sütunlu yolundan yürümekle yetindik.
---

Roma’nın ara sokaklarında yürüyorsunuz. Eski bir binanın önünden geçerken, kapısından içerideki avluya gözünüz takılıyor. Kapıdan geçip avluya giriyorsunuz. Karşınıza insan kafası şeklinde eski bir çeşme çıkıyor. Roma’da yürürken yoldan çıkmanız işten değil.
---

Hayranlık verici Pantheon. Antik Roma’da tanrılara adanmış bir tapınak, Hıristiyanlık döneminde ise Katolik kilisesi. Ve bir mimarlık şaheseri olan kubbesi. Burayı da görmeden Roma’dan ayrılsaydım o kadar yol gelmenin hiçbir anlamı kalmayacaktı. Ağustos ayında Roma’ya gitmek çok yanlıştı aslında. Müzeler tadilattaydı. Mağazalar kapalıydı. Mikelanj’ın Musa heykelinin olduğu kilise kapalıydı. Sistine Şapeli’nde Mahşer Günü resmi restorasyondaydı. Her tarafta “chiuso-kapalı” tabelası görmekten sıkıntı gelmişti.
---

Piazza Navona bence Roma’nın en güzel meydanıydı. Meydanı çevreleyen Barok binaları, kafeleri ve çeşmeleri, özellikle de Bernini’nin tasarımı olan Dört Nehir Çeşmesi ile. Ben Neptün Çeşmesi’nin fotoğrafını çekmeyi tercih etmişim. Her ne kadar şaheser olsalar da, ağustos sıcağında bu çeşmelerin bize pek faydası yoktu. Ama Romalılar iyi düşünmüş. Bu tip çeşmeli meydanların kenarında bir de insanların su içebileceği, daha sade, ufak çeşmeler vardı. Dışarıda şişe su aldığımızı hatırlamıyorum.


Piazza Navona’daki kafelerden birinde oturmayı çok isterdim. Abim turistik ve pahalı oldukları için, haklı olarak kısıtlı bütçemizi zorlamak istememişti. Bir gün tekrar Roma’ya gidersem o kafelerden birinde oturup meydanı izleyerek bir cappuccino içmeyi isterim. 

Nasıl Vatikanlı olunur?


Roma’yı ikiye bölen Tiber Nehri usul usul akıyor. İleride San Pietro Katedrali’nin kubbesi görülüyor. Nehir bir dönem bayağı kirliymiş. Bizim gittiğimiz dönemde temizlik çalışmaları devam ediyordu.
---


Roma’yı Vatikan’a bağlayan Via della Conciliazione doğrudan San Pietro Maydanı’na açılıyor. Katolik Hıristiyanlığın merkezine bu kadar yakın olunca her tarafta bolca rahip ve rahibe görüyor insan.
---

Vatikan Müzelerinin sanat galerisi Pinacoteca’da sayısız tablo var. Hepsini fotoğraflamak imkansız. Gerçi bir ara abimin öyle bir niyeti olduğunu sezinledim. Ben “Resmin resmi çekilir miymiş? Çıkışta bir katalog filan alırız” deyince bu düşüncesinden vazgeçti. Böylesi eminim hem daha ekonomik oldu hem de bize zaman kazandırdı.

O zamanlar fotoğraf çekerken iki kere düşünüyorduk. İdareli olmak zorundaydık. Buna rağmen Roma’da 11 kartuş film harcadık. Şimdi dijital kameralar var, şımarıyoruz. Şimdi gitsem kaç megabaytlık hafıza kartı gerekir acaba Roma için?

Bu resimleri fotoğraflamamın nedenine gelince; Hz. İsa ve azizin farklı bir açıdan resmedilmiş olması ilgimi çekmişti.
---

Vatikan Müzelerindeki yüzlerce heykelden biri. Ne heykeli olduğunu pek hatırlamıyorum. Çocuğunu seven bir tanrı… Yanındaki üzüm salkımlarına bakılırsa muhtemelen Bacchus…  Gözüme güzel gelmiş olmalı ki fotoğrafını çekmişim.
---                                                                                                         
Sonradan Romalı olmanın üç yolu varmış: İlki Roma’nın çeşmelerinden birine girmek. İkincisi bir Romalı gibi otomobil sürmek. Yani çılgın gibi… Üçüncüsü ise Olimpica isimli devasa dondurmayı yiyip bitirebilmek. Abim ilk gelişinde bu dondurmayı bitirebildiği için kendini Romalı addediyordu. Ben Romalı olamadım. Ancak Vatikanlı olduğumu düşünüyorum. Neden derseniz: Abim Vatikan Müzelerinin koridorlarına her nasılsa ters yoldan soktu bizi. Herkesin aksi istikametinde yürüyorduk. Sonuçta o gün, o uzun koridorları üç kez kat etmek zorunda kaldık. Ben de kendimi Vatikanlı ilan ettim.


Bilmem kaçıncı geçişimizde, camekanın içindeki bu çoban İsa heykelciğini fotoğraflarken kendimce küçük bir görüntü oyunu yapmak istemiştim.
---


San Pietro Katedrali’nin içinde bir heykel dizisi. Akşam güneşi, katedralin kubbesindeki camlardan sızıp heykellerin üstüne düştüğünde ilahi bir manzara sergiliyordu. Keşke daha iyi çekebilseydim bu fotoğrafı.
---

Papa’nın koruyucuları İsviçreli askerler. Ellerinde mızrakları, bellerinde kılıçları, renkli üniformalarıyla pek de ciddiye alınacak tarafları yok. Ama tam 500 yıldır Papa’ya sadakatle hizmet ediyorlar.
---

Piazza di Campidoglio’daki Capitoline Müzeleri, bence Roma’nın en önemli ve en güzel eserlerini barındıran müzesi – Vatikan’ı ayrı tutuyorum. Müzeleri oluşturan ve 15. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında yapımı süren üç sarayda, farklı dönemlere ait resimler, heykeller, eşyalar sergileniyor. Ancak benim için en önemlisi, Roma’nın simgesi olan anne kurt heykeliydi.
---


Roma’nın simgesi anne kurt ile Remus ve Romulus. Truva soyundan gelen ve savaş tanrısı Mars’ın ikiz oğulları olan Remus ile Romulus, doğduktan sonra sepet içinde Tiber Nehri’ne bırakılır. Anne kurt bunları bulur ve emzirir. (Tanıdık geldi değil mi?) Daha sonra Romulus, Remus’u öldürür ve Roma şehrini kurar. Efsanenin kısaltılmışı böyle. Capitoline Müzelerinde en çok görmek istediğim eser bu heykeldi. Neden bende saplantı olduğunu hatırlamıyorum. Hatta çıkışta küçük biblosunu bile almıştım. Hâlâ başucumda duruyor

Kırda bir pazar




Hafta sonunu geçirmek üzere d’Uffizi’lerin Genazzano’daki kır evine davetliydik. Roma’dan birkaç saat uzaklıktaki Genazzano, şatosuyla, taş evleriyle, dar sokaklarıyla tipik bir İtalyan kasabasıydı. Bu arada şato Alessandro abinin atalarına aitmiş. Kır evi dediğim de eski bir manastırdı. Evdeki ilk sabahımda uyandım ve aşağı salona indim. Beyaz kireç boyalı duvarlar, sade bir dekorasyon, pencerelerden içeri dolan sabah güneşinin yumuşak ışığıyla aydınlanmış serin, ferah bir salon… Müzik setinde Marcello’nun Obua Konçertosu çalıyordu. Abimin yanında getirdiği CD’lerden biri… Genazzano’da beynime kazınan ve asla unutamadığım bir görüntü oldu bu. Ne zaman o parçayı dinlesem bu görüntü zihnimde canlanır.
---

Genazzano’da iki küçük melek. Sanırım anneleriyle kilisede bir törene gidiyorlardı.
---


Alessandro abinin ailesinin de şarap bağları vardı. Ailenin bir kolu şarapçılıkla uğraşıyordu. Biz de bağlara ufak bir ziyarette bulunduk. Malum İtalyanların masasından şarap eksik olmaz. O zamanda şimdi olduğu gibi içkiden hoşlanmadığım için ev sahipleri beni memnun etmek için her yemekte meyve suyu ikram etmek zorunda kalıyorlardı. Sofraya sürahiyle normal su getirme adeti yoktu. Su deyince maden suyu anlıyorlardı. Allahtan musluktan akan su içilebiliyordu da her yemekten sonra elimi ağzımı yıkarken bol bol su içebiliyordum. Düşünüyorum da neden bir şişe su doldurmalarını istememiştim. Ev sahiplerini mahcup etmemek için herhalde…
---
Roma'dan ayrılmadan son bir yere uğramak istiyorum. Ama makûs talihim peşimi bırakmıyor.


Sinema eğitimi almak isteyen bir genç için Cinecitta’dan daha önemli bir ziyaretgâh olabilir mi Roma’da? Tabii içine girebilirse. “Scusi. Ağustos ayındayız. Herkes tatilde. Sizi gezdirecek kimse yok.” Ağlamak istiyorum. Roma’daki son günümdü. Cinecitta’nın kapısının önündeydim. Ama içeri giremiyordum. Alessandro abi birilerini arayıp torpil bile yaptırmaya çalıştı ama nafile. Yine de orada olduğumun belgesi işte.
---

Roma’daki son iki fotoğrafım. İlk fotoğraftaki bina yine Gianicolo’da Alessandro abinin torpiliyle ziyaret ettiğimiz bir binaydı. Yeni restore ediliyordu. Bizi gezdiren görevli bey, orasının daha önce büyükelçilik olarak kullanıldığını ve her nasılsa eski ev sahiplerinin duvarlardaki süslemelerin üzerini boyadıklarını söylemişti. O süslemeleri kurtarmak için uğraşıyorlardı. Roma’da bile böyle şeyler oluyormuş.

Sonuncu fotoğrafa gelince niye çektiğimi hatırlayamadım. Bakınca pek anlamlı gelmiyor. O güzel binanın bahçesinde, filmi bitirmek için çekmiştim sanırım.

Arrivederci Roma

Tüm bu fotoğraflar ve yazdıklarım bir haftalık Roma tatilimin, doğal olarak sadece ufak bir kısmıydı. Bir hafta boyunca abimin rehberliğinde Roma’nın pek çok tarihi ve turistik mekanını gezdim ve hayatımın en özel tatillerinden birini yaşadım.

Roma tatilimin benim için bu kadar özel olmasının sebebi; ne gezdiğim gördüğüm yerler, ne ilk yurtdışı seyahatim olması, ne de gittiğim yerin Roma gibi muhteşem bir kent olmasıydı. Benim için en önemlisi abimle birlikte bir şeyler yapıyor olmamızdı. Ne o güne kadar, ne de o günden sonra, abimle bir arada bu kadar çok zaman geçirdiğimizi ve bu kadar yakın olduğumuzu hatırlamıyorum. Sanırım bu tatil boyunca ikimiz de abi-kardeş olduğumuzu gerçekten hissettik. Abimle bu keyifli tatili yaşamamı sağladığı için Roma’ya teşekkürlerimi sunarım.

Sinan Bâli
08.12.2009, Moda

Kaynakça: Google Map ve Wikipedia

BALKAN OVALARINDAN DALMAÇYA KIYILARINA


Giriş

İnsanın içinde gezme arzusu olmasın, durduk yerde bir neden yaratıp seyahate çıkar. Benim Bosna-Hersek – Hırvatistan seyahatim de biraz böyle oldu. Hiç hesapta yokken, hatta oraları görmeye dair özel bir hevesim bile olmamasına rağmen bir de baktım ki yine Balkan yollarına düşmüşüm. Tabii seyahatimde önemli etkenlerden biri Türkiye’ye vize uygulamayan Bosna-Hersek ve Hırvatistan’ın 2010 yılı başında vize uygulamasına başlayacağı oldu. Bir arkadaşımla gidelim gitmeyelim, olur mu olmaz mı diye tartışırken son dakikada bir tura katıldık. Aslında yaptığım kabaca bir hesaba göre, kendimiz gitsek kişi başı en az 300 Euro daha kazançlı çıkıyorduk. Ama dar bir zaman diliminde fazla plan program yapamayınca en rahatı tura katılmak diye düşündük. Ve Balkanların sonbaharını yakından göreceğimiz gezimize başladık.


28 Ekim 2009
Topa tutulan hoşgörü

Ben ve iki bayan arkadaşım yağmurlu bir günde İstanbul’dan yola çıktık. Uçak kalktıktan sonra uzunca bir süre beyaz bulutların arasında yol aldık. Pencereden görünen tek şey sonsuz bir beyazlıktı. Bulutların arasından sıyrılınca aydınlık gökyüzüne kavuştuk. Sorunsuz bir uçuştan sonra Saraybosna havaalanına vardık ve daha önce tanışma fırsatı bulamadığımız tur ekibinin geri kalanıyla buluştuk.

Tur; bir gece Mostar, 3 gece Dubrovnik ve bir gece Saraybosna olmak üzere 6 günü kaplıyordu. O yüzden fazla oyalanmadan Saraybosna’nın kenarından geçip Mostar’a doğru yola çıktık.

Mostar’a giden yaklaşık 120 kilometrelik yol ormanlarla kaplı tepelerin arasından geçiyordu. Sonbaharla birlikte yapraklar sararmış, tepelerde yeşilin yerini sarının bin bir tonu almaya başlamıştı. Neretva Nehri kıyısını izleyerek güneye inen eski yol bazen bir köyden geçiyor, bazen Tito zamanında inşa edilmiş bir tünele giriyordu. Yollar eski ve dar olduğu için, şehirlerarası yol olmasına rağmen fazla hız yapılmıyordu. Hele bir de yol çalışmasına takılınca 2 saatlik mesafeyi neredeyse 4 saatte aldık. Bu arada ben de Bosna-Hersek hakkında çıkarttığım bilgileri gözden geçirme fırsatı buldum.

Diğer Balkan ülkeleri gibi Bosna-Hersek de Avrupa’dan, Afrika’dan ve Ortadoğu’dan gelen milletlerin kesişme noktası olmuş. İlk sakinleri olan İliryalıları, Romalılar izlemiş. M.S. 9’da Saraybosna çevresine yerleşen Romalılar, 395 yılında imparatorluk ikiye bölününce Drina Nehri’ni sınır olarak belirlemişler. Slavlar bölgeye 6.-7. yüzyıllarda yerleşmişler. Bosna, Hersek, Sırbistan bölgelerinde pek çok millet hak iddia etmiş. 12. yüzyıldan 15. yüzyılın ortalarına kadar Bosna-Hersek bölgenin en güçlü devleti olmuş. 1463’te Bosna Osmanlı İmparatorluğu’nun bir eyaleti olmuş, Saraybosna da eyaletin başkenti. Osmanlı’nın hakimiyetinde geçirdiği 400 yıl boyunca Bosna-Herseklilerin büyük kısmı gönüllü olarak Müslümanlığı tercih etmişler. 19. yüzyılın sonlarında diğer Balkan devletlerinde olduğu gibi Bosna-Hersek’te de özgürlük rüzgarları esmiş. Ancak 1878’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiş. Daha sonra 1914’te 1. Dünya Savaşı’nı tetikleyen suikast Saraybosna’da gerçekleşmiş ve savaş sonrasında Bosna, Sırp Krallığı tarafından ilhak edilmiş. 1929’da ise birleşik Yugoslavya doğmuş. Bosna-Hersekliler 2. Dünya Savaşı sırasında Jozip Tito’nun önderliğinde Nazilere karşı savaşmışlar.

1954’te Tito ile SSCB’nin arası açılınca dini kısıtlamalar da biraz gevşemiş. Ancak Bosnalı Müslümanlar, 1971’de Müslüman kimliği milliyeti de temsil edinceye kadar, Sırp veya Hırvat olarak kendilerini deklare etmek zorunda kalmışlar. Kasım 1990’daki ilk demokratik seçimlerin ardından Hırvat ve Müslüman partileri güçlerini birleştirirken, Sırplar 15 Ekim 1991’de bağımsızlık ilan etmişler. Sonrasında ise belki de bu topraklarda o güne kadar görülen en büyük kıyım ve şiddet hareketi başlamış. Yani başladı. Hepimiz de tanık olduk.

Nisan 1992’de Saraybosna Sırp güçleri tarafından kuşatıldı ve Müslümanlara karşı bir etnik temizlik başlatıldı. Hemen herksin bildiği gibi 4 yıl boyunca açlık, yokluk, keskin nişancı ateşi, bombalama, toplama kampları, cinayet, işkence, tecavüz Bosna-Hersekli Müslümanların kaderi oldu. Ama politik çıkarları gereği Batı bu süre içinde tüm bu soykırıma ilgisiz kaldı. Gönderilen BM güçlerinin yetersiz kalmasını, üstüne üstlük olanlara göz yummasını tarif edecek söz bulmak zor. Eylül 1995’te NATO uçaklarının Sırpları bombalamasının ardından ABD Başkanı Bill Clinton’un önayak olmasıyla Dayton Sözleşmesi imzalandı. Buna göre ülke ikiye bölünerek %51’i Bosna-Hersek’e verildi ve Bosna-Hersek yaralarını sarmaya başladı. Artık ne kadar sarabilirse…

Trafik sonunda açılınca, kısa bir mola için yol üstündeki en güzel mekanlardan biri olan Zdravo Voda Restoran’da durduk. Kısa molada alelacele cezve ve sert şekerle servis edilen Bosna kahvesi ile buranın spesiyalitesi kuzu tandırın tadına baktık.

Mostar’ı ikiye bölen Neretva Nehri'nin kıyısı akşamları ışıl ışıl

Trafikte beklediğimiz süreye mola da eklenince Mostar’a varmamız oldukça gecikti. Hava iyice karardığı için “panoramik şehir turu” da ertesi sabaha kaldı. Tito Köprüsü’nün hemen yanındaki, Neretva Nehri manzaralı Bristol Hotel’e yerleştik. Gayet temiz ve merkezi olan otel zaten küçük olan Mostar’ı gezmek için ideal bir noktadaydı.

Akşam yemeğinin ardından arkadaşlarla Mostar’da gece turu atmaya karar verdik. Tito Köprüsü’nden eski kentin bulunduğu bölüme geçtik. Modern mağazaların bulunduğu meydandan çarşıya doğru saptık.

Karacabey Camii'nin savaşta aldığı yaraları görmek hâlâ mümkün

Karşımıza ilk önce Karacabey Camii çıktı. 1557 yılında inşa edilen Mostar’ın en büyük camii savaşta büyük zarar görmüş, daha sonra restore edilmiş. Ancak caminin duvarlarında hâlâ kurşun izleri görülüyordu. Caminin yanındaki yola saparak biraz tepede bulunan Muslibegoviç Evi’ne gitmeye karar verdik. Aynı zamanda butik otel olarak da işletilen bu eski Mostar evinde bir şeyler içmeyi planlıyorduk. Ancak gittiğimizde kapı duvardı. Herhalde mevsim sonu olduğu için kapatılmıştı. Biz de ünlü Mostar Köprüsü’ne doğru yolumuza devam ettik.

Çarşının paralelindeki yol boyunca savaşta büyük zarar görmüş, neredeyse yıkılmış binaların yanından geçtik. Mostar’a dair en büyük uyarı, etrafı tellerle çevrili bu binalara yaklaşılmaması ve kesinlikle içine girilmemesi. Bu binalardan her an parçalar kopabiliyormuş, daha da kötüsü içlerinde hala mayınlı tuzaklar bulunabiliyormuş.

Savaşın üstünden çok zaman geçmesine rağmen harap haldeki binalar hâlâ tehlike oluşturuyor

Neredeyse ıssız sokaklardan geçerek Mostar Köprüsü’ne vardık. Orijinal ismiyle Stari Most yani Eski Köprü, 1556 yılında Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrüddin tarafından inşa edilmiş ve etrafındaki kente ismini vermiş. Nehirden 24 metre yüksekte olan köprünün inşasında 456 kalıp taş kullanılmış. Savaş sırasında önce Sırplar tarafından tahrip edilen köprü, 1993 Kasım’ında Hırvat topçusunun atışlarıyla sulara gömülmüş. Savaş sonrasında UNESCO ve Dünya Bankası’nın desteğiyle Türkiye’nin de aralarında bulunduğu pek çok ülke tarafından aslına birebir uygun olarak inşa edilmiş ve 23 Temmuz 2004’te yeniden açılmış. Eskiden evlenmek isteyen gençler, kızların gönlünü kazanmak için köprüden atlarmış. Şimdi de yaz aylarında turistlerden bahşiş toplamak için köprüden atlayanlar oluyormuş.

Mostar Köprüsü gecenin karanlığında etrafına ışık saçıyor

Işıl ışıl aydınlatılmış köprü, gecenin karanlığında iki yakayı birbirine bağlayan bir gerdanlık gibi parlıyordu. Bu kadar zarif bir yapının nasıl olup da top ateşine tutulduğuna akıl sır erdiremiyordum. İnsanın içine işleyen bu soğuk havada, köprünün üstünden Mostar’a bakıldığında tüm güzelliğiyle uykuya dalmış bir kent görülüyordu. Nehrin iki yakasındaki köprü manzaralı lokantalarda kimse yoktu. Muhtemelen yaz aylarında buralar pek neşeli oluyordu.

Köprünün üstünde gece manzarasının tadını çıkarıp iyice üşüyünce kimseciklerin olmadığı eski çarşının taşlı sokaklarına daldık ve açık bir kafede içimizi ısıtacak bir moladan sonra hızlı adımlarla otelimize döndük.

29 Ekim 2009
Adriyatik’in incisi

Sabah kahvaltısının ardından grup olarak önceki gün gerçekleştiremediğimiz panoramik şehir turuna çıktık. Aslında bu panoramik turların ne kadar verimli olduğu tartışılır. Koştura koştura şehrin belli başlı birkaç yeri gösteriliyor, üstünkörü verilen bilgilerin ardından bir saatlik serbest zamanda insanlardan gezmek, alışveriş yapmak veya bir yerlerde oturup yemek yemek arasında seçim yapması isteniyordu. Hele kalabalık gruplarda ne anlatılanlar doğru dürüst anlaşılıyor, ne güzel fotoğraflar çekiliyor ne de görülmesi gereken yerler gerektiği kadar görülebiliyordu. O yüzden iyi bir gezi için düzgün bir rehber kitap ve detaylı bir haritanın yeterli olduğuna inanmışımdır hep.

Şehir turumuzun ilk durağı Katolik Kilisesi oldu. Savaştan sonra yapılan bu kilise, minarelere nazire olsun diye dikilen yüksek çan kulesiyle dikkat çekiyordu. Binadan ayrı olan çan kulesi hafif eğikti, mimarisi de pek estetik sayılmazdı.

Savaşın Mostar'a verdiği tahribat uzun yıllar geçse de silinmeyecek gibi

Gündüz gözüyle Mostar’ın savaş sırasında aldığı yaralar daha iyi görülüyordu. Öyle binalar vardı ki, hedef tahtasına dönmüştü. Kurşun izi olmayan bina yok gibiydi. Bu tahribatı yapacak nefreti aklım almıyordu. Daha sonra Mostar Köprüsü’nün kulelerinden birindeki savaş fotoğrafları sergisini gezerken daha büyük bir üzüntü duyacaktım.

Kriva Kuprija, Mostar Köprüsü'nün ufak bir kopyası

Ara sokaklardan geçerek Kriva Kuprija’ya, yani Kırık ya da Çarpık Köprü’ye geldik. Bu köprü asıl Mostar Köprüsü’ne model olması için inşa edilmişti. Setlerden dökülerek gelen su ile köprünün etrafında, şimdi lokanta olan eski su değirmenlerinin manzarası masallardan fırlamış gibiydi.

Çarşıda yavaş yavaş dükkanlar açılmaya başlamıştı. Eskiden bakırcıların, kuyumcuların olduğu dükkanlarda şimdi sağlı sollu hediyelik eşya satanlar vardı. Mostar’da bulunabilecek en orijinal hediyelik eşyalar, savaştan kalan top ve tüfek mermileriyle saksı, kalem, anahtarlık gibi ürünlerdi. Hatta bazı savaş artığı malzemeler sanat eserlerine dönüştürülmüştü.

Mostar Köprüsü aydınlıkta ayrı bir güzeldi. Mostar’ı doya doya izlemek için en iyi nokta köprünün üstüydü. Köprünün altından sakin fakat güçlü bir şekilde akan Neretva Nehri, 15 yıl önce yaşananları, tüm acı ve kederi uzaklara taşımaya çalışıyordu. 400 yıl boyunca şehrin Müslüman tarafı ile Hırvat tarafını hoşgörü bağıyla birleştiren bu köprü yıkılınca, ne yazık ki bu bağ da tedavi edilmesi güç bir yara almıştı.

Yeni Mostar Köprüsü,  yıkılan köprünün yerine barışın sembolü olması ümidiyle pek çok ülkenin işbirliğiyle yapıldı

Köprüden şehrin Müslüman tarafına geçip Kuyumcular (Kujundziluk) Çarşısı boyunca yürümeye devam ettik ve panoramik turun son durağı olan Koski Mehmet Paşa Camii’ne vardık. Bu cami, köprüyü tam karşıdan gören ideal bir noktaya 1618 yılında inşa edilmişti. Mihrap süslemeleri ve ışık oyunları yapan renkli vitrayları dikkat çekiciydi.

Camiyi de ziyaret ettikten sonra bize verilen serbest zaman başladı. İlk hedefimiz Türk evi olarak da bilinen Biscevica Evi oldu. Eski bir Türk ailesinin evi olan bahçe içindeki bu ahşap yapı günümüze kadar korunabilmişti. 2 Euro karşılığında gezilen evde Osmanlı dönemine ait gündelik eşyalar, mobilyalar, kıyafetler ve mutfak malzemeleri sergileniyordu.

350 yıllık Türk Evi, geçmişin yaşamına ufak bir ışık tutuyor

Otobüse vaktinde yetişebilmek için hızla dönüşe geçtik, ancak ufak bir meydanda kurulmuş olan pazara uğramayı da ihmal etmedik. Taze sebze meyvenin, Balkanlara özgü patlıcan biber ezmesi ayvar, reçel, turşu gibi ev yapımı yiyeceklerin satıldığı pazarda fiyatlar da gayet uygundu.

Son olarak köprünün hemen yanındaki savaş fotoğrafları sergisine girip yaşananların ne kadar acı olduğunu, insanların ne zor şartlar arasında yaşadığını ve verilen tahribatın ne boyutta olduğunu gördük. Açıkçası sarsıcı bir deneyimdi.

Mostar gezisini tamamlayıp turumuzun büyük bölümünü kaplayacak Dubrovnik’e doğru yola çıktık. Mostar’ın çıkışında bölgenin en büyük sanayi oluşumu olan alüminyum fabrikasının önünden geçtik.

  
Ne savaş ne de zaman Pocitel'in güzelliğine zarar verebilmiş

Hırvatistan sınırına yakın Türk köyü Pocitel’de kısa bir mola verdik. Savaşta büyük yaralar almasına ve Boşnak nüfusunun neredeyse yok edilmesine rağmen, 200 yıl öncesini gözünüzde canlandırmanızı sağlayacak kadar otantik bir köydü. Neretva Nehri’nin kenarındaki bir tepenin sırtına kurulmuş köy eski taş yapıları, karşılıklı iki tepedeki kalesi ve gözetleme kulesi, nar ve kivi ağaçlarıyla bakmaya doyulmaz bir manzara sunuyordu. Kurutulmuş meyveleriyle meşhur olan bu köyde, otobüsten iner inmez köylüler etrafımızı sarıp kese kağıtlarına doldurulmuş üzüm, incir gibi meyveleri satmaya başladılar. Ayrıca Mostar ve Dubrovnik’teki en makbul hediyeliklerden olan lavanta keselerinin bana göre en güzel kokanları da buradaydı. Buralara gelmişken eşe dosta alınacak en özgün hediye lavanta keseleriydi. Ne yazık ki bu köyün Arnavut kaldırımı sokaklarını dolaşacak, taş evlerinin dokusunu hissedecek kadar uzun kalamadık. Bir de gezginlere not: İhtiyaç gidermek için köydeki lokantanın tuvaleti kullanılabiliyordu, ancak karşılığında bir şeyler satın almak şartıyla…

Durgun akan Neretva Nehri’nin kıyısından Hırvatistan’a doğru yolculuğumuza devam ettik. Geçtiğimiz irili ufaklı köylerde boş evler göze çarpıyordu. Bunlar savaştan sonra Sırpların terk ettiği evlerdi. Sınırı kolayca geçip Hırvatistan’a girdik. Nehir kıyısından ayrılıp da tepelere çıkmaya başladığımızda, Neretva Nehri’nin bölge için ne kadar önemli olduğunu anladım. Aşağıda nehrin suladığı geniş ovayı kaplayan yemyeşil ve bereketli tarım arazileri uzanıyordu. Balkanlarda su bol ve çok değerli. O yüzdendir ki, küresel ısınma nedeniyle şu korkulan su savaşları başlarsa, buralardaki araziler çok değerlenecek. Yabancılar da şimdiden buralarda toprak sahibi olmaya başlamışlar.

Bosna-Hersek için çok önemli olan tarımın merkezi bereketli Neretva Ovası

Tepeleri aştığımızda Adriyatik Denizi’nin masmavi suları ve parıldayan güneş içimizi ısıttı. Adriyatik kıyılarında henüz ılık bir sonbahar yaşanıyordu. Denize adeta akan Dalmaçya sahillerinde mavi ve yeşilin göz okşayıcı birlikteliği vardı. Sahil boyunca irili ufaklı adalar, küçük sayfiye kasabaları manzaraya ayrı bir keyif katıyordu. Bazı adacıklar üzerinde ufak yerleşimler veya kiliseler görülüyordu. 1778 kilometreyi bulan ve binden fazla adaya sahip Dalmaçya kıyıları herhalde Akdeniz’in en seyrine doyulmaz kıyılarıydı.

Adriyatik kıyılarının manzarası bile insanın içini ısıtmaya yetiyor

Hırvatistan’ın tarihi de diğer Balkan ülkelerinden pek farklı değil. İliryalılar, Romalılar, bir sürü kral ve krallık bu topraklarda hakimiyet kurmuş. En büyük fark Hırvatların doğal olarak denizcilikte çok ileri olmaları, bu sayede de pek çok devletle güçlü ticari ilişkiler kurmaları. Bu konuda en büyük rakibi tabii ki hemen karşı kıyıdaki Venedikliler. Venedik istilası 12. yüzyıldan itibaren yaklaşık 700 yıl boyunca bu kıyıları hedef almış, hâlâ da Venedik etkisi hissedilmekte. Venedik akınlarından bıkan Hırvatlar, Osmanlı’nın korumasını kabul etmiş, Akdeniz’i kasıp kavuran Osmanlı da vergiye bağlamak şartıyla hiçbir zaman Dubrovnik’i fethetmemiş.

Ancak Napolyon bu kadar kolay ikna olmamış ve 1805’te pek de direnişle karşılaşmadan Hırvatistan’ı fethetmiş. Kendisi de uzunca bir süre Dubrovnik’te kalmış. Sonrasında ise malum milliyetçilik akımları etkisiyle, Ortodoks Balkan devletlerinin karşısında Katolik Hırvatistan’ın ortaya çıkması; iki dünya savaşı ve ertesinde Tito Yugoslavya’sının en varlıklı ve keyifli bölgesi olması; 90’lardaki bağımsızlık dalgaları ve sonunda savaş! Önce Sırplara karşı savaşılırken, daha sonra düşene bir tekme de ben atayım misali toplar Boşnaklara yönelmiş. Sonuç: 5500 civarında Hırvat askeri ve 2 binden fazla sivil hayatını kaybetmiş. Tabii bu sadece Hırvatistan’ın rakamları. Bosna-Hersek’in kaybı ise 30 binden fazla asker ve yine 30 binin üstünde sivil halk. Dileğimiz benzer bir savaşın tekrar yaşanmaması.

Dalmaçya kıyıları boyunca ilerlerken birden kendimizi yine Bosna-Hersek topraklarında bulduk. Bosna-Hersek’in denize açılan tek noktası olan Neum şehri Hırvatistan topraklarını resmen ikiye bölüyordu. Dubrovnik’e giden yol mecburen buradan geçtiği için ve burası Hırvatistan’dan daha ucuz olduğu için, otomobille seyahat eden turistlerin uğrak noktasıydı. Tatilciler genelde buradan geçerken erzaklarını alıyor, çok daha pahalı olan Hırvatistan sayfiyesindeki tatillerine öyle başlıyorlardı. Bu nedenle Hırvatistan, Neum’un karşısındaki Peljesac yarımadasına bir köprü yapıp, Neum’u baypas etme çalışmaları yürütüyormuş. Tabii bu ekonomik ve politik açıdan önemli bir hamle olmakla beraber, kesin bir doğa katliamı demek.

Dubrovnik'in koruyucusu Aziz Vlaho, diğer adıyla St. Blasius şehrin Pile kapısından giren ziyaretçileri karşılıyor

Hırvatistan’ın ilk başkanı Franjo Tudjman adına yapılan köprüyü geçip Dubrovnik’e vardık. “Adriyatik’in İncisi” 14. yüzyıldan bu yana kültür, ticaret ve politika açısından önemli bir merkez olmuş. Şimdi ise Doğu Avrupa’nın en önemli turizm merkezlerinden biri ve UNESCO Dünya Mirası listesinde. Savaş sırasında ağır bombardıman gören Dubrovnik, kısa zamanda toparlanmayı başarmış.

Şehrin ana girişi Pile kapısından grup olarak girdik ve zamanda bir yolculuğa çıktık. Eski Dubrovnik’e, gerçekten de Adriyatik’in İncisi denmesi boşuna değildi. Önümüzde sağlı sollu uzanan beyaz taş binaları, yine beyaz taşlardan oluşan caddesi ile pırıl pırıl bir Orta Çağ kenti karşımıza çıktı. Rehberimizin anlatımları eşliğinde şehrin önemli anıt ve binalarını gezmeye başladık.

Oldukça küçük bir kent olan eski Dubrovnik, Pile kapısından limana kadar uzanan Stradun Caddesi tarafından ikiye bölünüyor. Kent, bu ana caddenin iki yanındaki paralel birkaç cadde ile bunları dik kesen daracık sokaklardan oluşuyor. Biraz labirenti andırsa da kaybolmanın neredeyse imkansız olduğunu fark ettim, kent küçük olduğu için eninde sonunda tanıdık bir noktaya çıkılıyor. Tüm kenti dolaşmak ise yarım günü ya alır ya almaz; üstelik birkaç müze de dahil.

Şehrin hemen girişindeki Büyük Onofrio Çeşmesi ideal bir buluşma noktası

Sur kapılarından geçince, ilk meydanda bir zamanlar şehrin su ihtiyacını karşılayan, suyu halen içilebilen ve özellikle gençlerin buluşma mekanı olan Büyük Onofrio Çeşmesi yer alıyor. Caddenin sol tarafında, 1520-1528 yılları arasında inşa edilen ve 1667 depreminde kurtulan ender binalardan biri olan St. Saviour Kilisesi ile onun yanında Fransisken Manastırı bulunuyor. Manastırın içinde bir müze ve geçmişi Orta Çağ’a uzanan bir de eczane var.

Pile kapısından Saat Kulesi'ne kadar uzanan Stradun şehrin en işlek caddesi

Placa da denilen Stradun boyunca limana doğru yürümeye devam edince, Barok mimarinin hakim olduğu 3-4 katlı binaların zemininde restoran-kafe, hediyelik eşya satıcısı, butik, banka gibi ticarethaneler görülüyor. Üst katlar ise konut ya da büro olarak kullanılıyor. Şehir bugünkü görüntüsünü 1667’deki büyük depremden sonra almış ve o zamandan bu yana ticaret ağırlığını yitirmemiş.

Caddenin sonuna doğru, sol taraftaki Zudioska Sokağı’nda, eski Yahudi gettosu bulunuyor. Eskiden akşam olunca sokağın girişleri demir kapılarla kapatılırmış. Şimdi ise sokakta Sinagog ve Yahudi Müzesi gezilebilir.

Her saat başında çanı çalan heykellerin orijinalleri şu anda Sponza Sarayı'nda sergileniyor

Caddenin sonundaki Luza Meydanı’nda 1444’te inşa edilen ve pek çok kez tamirat gören büyük Saat Kulesi bulunuyor. Kulenin çanı her saat başında iki bronz heykel tarafından çalınıyor. Saat Kulesi’nin solunda Gotik-Rönesans tarzlı Sponza Sarayı yer alıyor. Zamanında gümrük binası, hazine gibi amaçlar için kullanılan bina, şimdi paha biçilmez el yazmalarının bulunduğu devlet arşivini barındırıyor.

Meydanın ortasındaki bayrak direğinin altında kahraman Orlando’nun ufak bir heykeli yer alıyor. Meydanın sağ tarafındaysa cephe süslemeleriyle ve vitraylarıyla dikkat çeken, şehrin koruyucu azizi adına (Aziz Vlaho) 1715’te inşa ettirilen St. Blasius Kilisesi bulunuyor. Meydanın ucunda bu kez de zarif işlemeleri olan Küçük Onofrio Çeşmesi görülebilir.

Küçük Onofrio Çeşmesi ilk bakışta dikkat çekmese de büyük kardeşine göre daha süslü ve zarif

Meydanın sağındaki Pred Dvorom Caddesi üzerinde şehrin en zarif binalarından biri olan, özellikle Gotik pencereleriyle ve kolonlarıyla dikkat çeken 15. yüzyıla ait Rector Sarayı yer alıyor. Binada şimdi şehir tarihi müzesi gezilebilir. Caddenin sonunda ise dini antikaların sergilendiği Katedral Hazinesi bulunuyor.

Hazine binasının yanındaki dar sokaktan turun bitiş noktası olan eski limana çıktık. Limanın bir ucunda St. John Kalesi, diğer ucunda ise Revelin Kalesi yer alıyordu. Revelin Kalesinin ilerisinde ise eski karantina binası görülüyordu. Eskiden tersane olan yerde şimdi lüks bir lokanta vardı. Zamanında yeni bir gemi inşasına başlandığında tersanenin her tarafı duvarla örülür, böylece Hırvatların gemi inşasındaki sırlarının yabancıların eline geçmesi önlenirmiş.

Geçmişin cazibesini taşıyan Dubrovnik'in fazlasıyla pırıl pırıl sokakları yapay bir gerçeklik yaratıyor

Panoramik şehir turunun ardından bize verilen serbest zaman başladı. Şehri bir de kendimiz gezmeden önce ufak bir ihtiyaç molası verdik. Limandaki tuvalet o güne kadar gördüğüm en lüks, en gösterişli umumi tuvaletti diyebilirim. Ne de olsa Dubrovnik’in bir klası var!

Ara sokaklar ne kadar birbirine benzerse benzesin insan hepsini tek tek gezmek istiyor

Revelin Kalesinin olduğu şehir kapısına gidip limana bir de yüksekten baktık. Bu arada daha çok surların bir parçasına benzeyen heybetli Dominiken Manastırı’nın yanından da geçtiğimizi ancak haritaya bakınca anladık. Tekrar Stradun’a dönüp başladığımız noktaya kadar fotoğraf çeke çeke yürüdük. Daha sonra şehrin yamaçta kalan tarafındaki basamaklı sokaklara daldık. İnsanın bu sokaklarda bir aşağı bir yukarı gezip kaybolası geliyordu. Sanırım Dubrovnik’in keyfi en iyi bu sokaklarda kaybolunca çıkıyor. Ama dediğim gibi insan uzun süre kaybolamıyor. Bir de baktık ki Yahudi mahallesinin olduğu sokağa gelmişiz. O saatte açık olan tek müze Yahudi Müzesi olduğu için girelim dedik. Müzede Museviliğe ait dini eşyalar ve yazıların yanı sıra 2. Dünya Savaşı sırasında faşist hükümetin buradaki Yahudiler hakkında çıkarttığı kanunlara ait belgeler de vardı. Tabii o dönem Nazilerle işbirliği yapan hükümet birçok Yahudi’yi toplama kamplarına göndermiş.

Bir zamanlar Akdeniz'in en güçlü gemilerinin yelken açtığı limanda şimdi ufak tekneler demirliyor

Biraz daha sokak aralarında dolaştıktan sonra, tam saatinde Pile kapısında grupla buluştuk. Araçla şehre 5 dakika mesafedeki Hotel Lero’ya yerleştik. Biraz eski görünse de fena bir otel sayılmazdı. Konumu da oldukça iyiydi. Ancak yemek deneyimimiz felaket oldu. Kaldığımız üç gece boyunca neredeyse hep aynı yemeklerin çıkması bir yana, garson hanımların suratsızlığı, hatta bazı müşterileri azarlamaya kadar varan tavırları herkesi rahatsız etti. Aslında uyarılmıştık. Hırvatistan’da hizmet sektöründe çalışanlar ve esnaf oldukça tok olduğu için acele ettirilmeye gelemezlermiş, keyfi hareket ederlermiş, hatta müşteri bile seçtikleri olurmuş. Biraz da sosyalist dönemden kalan devlet memuru zihniyetiyle güler yüz ve ekstra ilgi aramak boşunaymış. Nitekim çeşitli zamanlarda bu ilgisizliğe şahit olduk. Aksi örnekler de olmadı değil.

Yemek sonrası otelde yapacak bir şey olmadığından kalkıp tekrar Dubrovnik’e indik. Mesafe yürüyerek taş çatlasa 15 dakika sürdü. Gerçi Adriyatik’in ünlü sert rüzgarı bizi bayağı çarptı ama ne zaman geleceğini bilmediğimiz bir otobüsü beklemekten daha iyi oldu.

Stradun gece ışıklandırması altında bir başka güzel görünüyor

Güzel aydınlatılmış Stradun Caddesi gecenin karanlığında ışıl ışıl parlıyordu. Ancak sezon sonu olmasının da etkisiyle caddede pek hayat yoktu. Bir boy gidip, şöyle akşam kahvesi içebileceğimiz bir yer aradık ve caddenin sonundaki hoş bir kafeye girmeye karar verdik. Ama ne mümkün! Saat henüz 9 buçuk olmasına rağmen, garson kapatıyoruz diyerek bizi geri çevirdi. Caddenin karşısındaki kafe de masaları toplamaya başladı. Neyse limandaki Poliksar adlı lokanta açıktı da güzel bir piyano müziği eşliğinde kahvelerimizi içerek geceyi noktaladık.

30.10.2009
Uzun insanların ülkesinde

Bugünkü rotamızda yine başka bir ülkeye doğru yola çıkacaktık. Montenegro ya da bizim bildiğimiz adıyla Karadağ’ın turistik kenti Kotor’u ziyaret edecektik. Tarihi M.S. 9. yüzyıla dayanan Karadağ hakkında, diğer Balkan ülkelerinden farklı söylenecek pek bir şey yok. Tarihler farklı olmakla birlikte diğer devletlerle aynı aşamaları geçerek bugüne gelmişler. Son savaşta ise Sırpların yanında yer almaları nedeniyle eksi not düşülebilir. Ancak dünya bunu pek umursamıyor herhalde. 2006’da bağımsızlıklarını kazanmışlar ve pek çok ülke tarafından tanınmışlar. Turizmden iyi kazanıyorlar. Oldukça refah içinde görünüyorlar. Geçerli para birimi Euro ve Avrupa’da serbest dolaşım hakkına sahipler. El kadar ülke istediği gibi dolaşıyor ama biz her yere vize almak zorunda kalıyoruz. Neyse en azından Karadağ’a da vizesiz girebildik.

Karadağ yolu çam ormanlarıyla kaplı Dinar Alpleri’nin arasından geçiyor

Karadağlılar bölgede gerçekten biraz dağlı olarak kabul ediliyorlar. Bunun nedeni de ateşli ve yabani mizaçları. Tarih boyunca da hep savaşçı bir millet olagelmişler. Gerçi tembellikleri de fıkralara konu olmuş. Ayrıca Avrupa’nın en uzun boylu milleti olarak tanınıyorlar. Sanırım yaşadıkları coğrafyanın etkisi hem fiziklerine hem de kişiliklerine etki yapmış.

Sık ormanlarla kaplı yalçın dağlar yabani ama bir o kadar da seyrine doyulmaz manzaralar sunuyor. Dinar Alpleri bölgede neredeyse denize dik iniyor, ormanla deniz iç içe geçiyor. Ülkeye ismini veren karaçamları hem dağlarda hem sahil boyunca görmek mümkün.

Yine tipik bir sahil kenti olan Herceg Novi’yi geçerek bizi Kotor’a taşıyacak olan arabalı vapura binmek için iskeleye geldik. Kotor’un çok ilginç bir coğrafyası var. Bir halicin ortasına kurulmuş ve deniz yoluyla dar bir boğazdan geçilerek varılıyor. Tabii karadan da gidilebiliyor ama körfezi dolaşmak yolu oldukça uzatıyor. Bu nedenle rehberimiz giderken denizyolunu dönerken de karayolunu kullanmayı seçti.

Feribotlar dar bir boğazdan geçip Kotor'a yakın bir iskeleye yanaşıyorlar

Yaklaşık yarım saatlik bol iyot kokulu ve aşırı rüzgarlı bir yolculuktan sonra Kotor’a vardık. Aynı Dubrovnik’te olduğu gibi şehrin kapılarından girince bambaşka bir zamana geçer gibi -olduk. Aslında Kotor Dubrovnik’in minyatürü dense yanlış olmaz. Ancak Dubrovnik kadar düzgün değil. Burası gerçekten bir labirent gibi ve yön duygusu iyi olmayan biri rahatlıkla daracık sokaklarda kaybolabilir. Neyse ki küçücük bir kent olduğu için fazla uzun kayıp kalamaz.

Şehre girince ilk meydanda eski saat kulesi ve sıra sıra restoranlar ziyaretçileri karşılıyor. Meydanın sonunda şehir surlarına bitişik olarak Dukalık Sarayı yer alıyor. Dar bir sokağa sapıp ilerideki meydana çıkınca 20. yüzyıla ait St. Nichola Kilisesi bulunuyor. Meydanın tam ortasında çapraz konumuyla dikkati çeken, 12. yüzyılda inşa edilmiş ve Romanesk mimariye sahip St. Luka Kilisesi bir biblo gibi duruyor. Bu kilisenin en ilginç tarafı hem Katolikler hem de Ortodokslar için iki altarının bulunması. Yine ara sokakları takip ederek ve eski hapishane binasının önünden geçerek çıkılan başka bir meydanda ise Katolik St. Tryphon Katedrali var. Orijinali 1166’da inşa edilmiş olan bu yapı, geçirdiği depremler nedeniyle çeşitli kereler yeniden inşa edilmiş ve heybetli iki çan kulesi 1667’de eklenmiş. Romanesk-Gotik mimarinin bir şaheseri olduğu söylenen yapının içini ne yazık ki biz gezemedik.

St. Luka Kilisesi meydandaki konumu ve mimarisiyle küçük olmasına rağmen dikkat çekiyor

Kısa panoramik turumuz burada sona erdi. Bize verilen serbest zamanı iyi kullanmak için oyalanmadan şehrin kuşbakışı manzarasına sahip olan St. John Kalesi’ne tırmanmaya başladık. Kale, şehrin sırtını yasladığı tepeye kurulmuştu. Oldukça dik ve takış tukuş basamakları tırmanıp yarı yoldaki kiliseye vardığımızda nefes nefese kalmıştık, ama manzara da buna değmişti. Tüm Kotor körfezi, liman, yeni kent ve sur içinde kalan eski kentin tüm binaları ayaklarımızın altındaydı. Sanki şehir planına bakıyor gibiydik. Biraz önce önünde durduğumuz binaların çatıları tek tek görülebiliyordu.

Manzaranın seyrine doyulmuyordu, ama özellikle benim zaman konusundaki hassasiyetim nedeniyle ekip arkadaşlarımı sıkıştırıyordum. Doğal olarak herkesin ayrı bir beklentisi olabiliyor bir yeri gezerken. Ben şehre geri dönüp Kotor’un deniz mahsullerinin tadına bakmak isterken onlar daha çok fotoğraf çekmek istiyorlardı. Ne yazık ki bu tip turlarda verilen serbest zamanlar hem şehri doya doya görmeye, hem bir şeyler yiyip içmeye hem de alışveriş yapmaya yetmiyor. Neyse biz de tepede biraz daha oyalandıktan sonra hızla basamakları inerek, uygun bir lokanta bulmak için kendimizi dar sokaklara attık.

 
Kotor'u kuşbakışı seyretmek kesinlikle merdivenleri tırmanmanın zahmetine değiyor

Kotor’u tepeden izlerken ve sokaklarında dolaşırken şunu düşündüm: Gerek Kotor’da gerekse Dubrovnik’te bizim hayran hayran baktığımız bilmem kaç yüzyıllık yapılarda aslında insanlar yaşıyordu. Sokak aralarında çocuklar oynuyor, iplere çamaşır asılıyor, insanlar alışveriş yapıyor, kısacası normal bir hayat akıp gidiyordu. Ama bir taraftan da şehrin tarihi dokusu yaşatılmaya devam ediyordu. Biz turistler, şehri müze gezer gibi gezerken, belki de o insanların hayatına müdahale ederken, onlar gayet sıradan bir şekilde yaşıyorlardı işte. Yaşadığım şehir, İstanbul binlerce yıllık geçmişiyle, tarih ve kültür mirasının zenginliğiyle gördüğüm şehirlere, tabir caizse, beş basar. Ancak sanmıyorum ki turistler İstanbul’u gezerken aynı şeyi hissetsinler. Eminim yapıların ve yapıtların güzelliği karşısında hayran kalıyorlardır. Ama tarihi İstanbul dediğimiz bölgede bile eski bir köşkün ya da bir Bizans kilisesinin yanında yeşil badanası kirlenerek griye dönmüş, pencereleri PVC kaplama, 80’li yıllardan çıkıp gelmiş tuhaf bir apartman size sırıtır. Sonuçta; adamlar korumuş, yaşatmış, yaşayarak korumayı bilmişler.

Bir süre yemek yiyecek uygun bir mekan aradıktan sonra, şehrin girişindeki meydanda, Dukalık Sarayının yanındaki lokantada karar kıldık. Ben deniz mahsullü spagetti sipariş ettim, arkadaşlarım ise yine deniz mahsullü pizza. Tadına bakmak için de ortaya bir porsiyon “czerny risotto” yani siyah pilav söyledik. Daha doğrusu mürekkep balıklı pilav. Seyahate çıkmadan önce yaptığım araştırmalarda Kotor’da yenmesi salık verilen bir yemekti. Siparişlerimiz geldi, ortaya da bembeyaz tabağın ortasında siyah bir yığın halinde dumanı tüten bir şey bıraktılar. Daha önce gördüğüm resimlerde siyah pilav bu kadar siyah değildi. Birer kaşık alıp tadına baktık. Aslında fena değildi, ama görüntüsü bize çok itici gelmişti. Hem lezzet hem de görüntü olarak bize oldukça yabancı bir yemekti. Benim spagettim ile arkadaşların pizzası oldukça lezzetli ve doyurucuydu. O yüzden pilavın yarısını bile yiyemedik. Herhalde garson arkamızdan bayağı söylenmiştir. Bu ilginç ama doyurucu menü için kişi başı 10-15 Euro arasında bir hesap ödedik.

Önde benim deniz ürünlü spagettim, arkadaki siyah şey ise "czerny risotto" yani mürekkep balıklı pilav

Sağa sola bakınarak, biraz da acele ederek otobüsün bizi beklediği yere yürüdük. Böyle turlarda en büyük baskı unsurlarından biri de serbest zaman sonrası buluşma yerine geç gelmektir. Otobüse en son binmemek için tur üyeleri arasında ufak çaplı bir yarış başlar. Bunda en dezavantajlılar yaşlılar ve sıkı fotoğrafçılardır. En büyük kurtarıcılarınız ise alışverişçilerdir. Otobüse son binenler genelde alışverişten vazgeçemeyen bayanlar olur. Ceza olarak da aldıkları yiyecekler paylaşılır. Biz de birkaç kişiyi arkamızda bırakmanın rahatlığıyla otobüse vardık. Az sonra herkes toplanınca, Kotor’a son bir kez bakıp bu kez körfezi dolanarak dönüş yoluna çıktık.

Perast açıklarında Meryem Ana'ya ithaf edilmiş ada, Adriyatik'te insan eliyle yapılmış tek ada olarak biliniyor

Körfezi dönerken Perast açıklarındaki, üzerlerinde birer kilise olan iki adacığı görmek için durduk. Bu adalardan St. George adlı olan tamamen doğal ve üstünde ilk denizcilik okullarından biri var. Diğerinin öyküsü ise daha ilginç. Kayalıkların Meryem’i olarak adlandırabileceğimiz diğer adacık, kayalıkların insan eliyle doldurulmasıyla meydana getirilmiş. 1452 yılında iki denizci bu kayalıklarda bir Meryem Ana sureti görünce buraya bir kilise inşa edilmiş.

Uzun otobüs yolcukları ve tepelere çıkıp inmenin yorgunluğu eklenince sakin bir dönüş yolculuğu oldu. Adriyatik fiyortlarının, Dinar Alplerinin, görkemli çam ormanlarının bize sunduğu eşsiz manzaranın keyfini çıkararak akşama doğru otelimize vardık.

Akşam yemeğinin ardından sıkı sıkı giyindik ve çok şiddetli bir rüzgar eşliğinde Dubrovnik’e indik, daha doğrusu savrulduk. Şehirde in cin top oynuyordu. Herkes rüzgardan ve soğuktan kaçmış, sokaklarda tek tük insan hızlı adımlarla yürüyüp gidiyordu. Issız sokaklar, ışıklandırılmış binalar sayesinde pırıl pırıldı. St. Blasius Kilisesi’nin rengarenk vitrayları şimdi daha iyi görülüyordu. O an, tüm kent halkının yaklaşan bir kasırgaya karşı Tanrı’ya dua etmek için kiliseye toplandığını hayal ettim. Neyse ki öyle bir kasırga yoktu ama buraların sert rüzgarı nedeniyle çatıların filan uçtuğunu, Franjo Tudjman Köprüsünün işlemediğini filan duymuştum.

Akşam St. Blasius Kilisesi'nin ışıkları yanınca rengarenk vitraylar daha da etkileyici görünüyor

Bir süre şehrin ıssız güzelliğinin tadını çıkardıktan sonra, methini duyduğumuz caz bar Troubadour’a girmeye karar verdik. Rector Sarayı’nın bulunduğu meydanın bir köşesindeki bara girince ufak bir şaşkınlık yaşadık. Topu topu üç masa ve bir Amerikan bar vardı. Ufak bir tereddütten sonra mekan sahipleri bizi içeri buyur etti ve masalara yayılmış sandviç yemekte olan gençleri ve paltolarını itekleyerek bize yer açtılar. Adriyatik namelerini cazla birleştiren güzel bir müzik, Hırvat şarabı ve sıcak ortam bir araya gelince hepimize rehavet çöktü. İyice yığılıp kalmadan, müzisyen mola verdiğinde biz de müsaade isteyip otelimize döndük.

31 Ekim 2009
Köşe bucak Dubrovnik

Sonunda oldu işte! O kadar rüzgar ve soğuğa maruz kalıp bir de üstüne üç günün yorgunluğu eklenince şifayı kaptım. Güne berbat bir nezleyle başladım.

Gezi planında bugün Korcula Adası’na düzenlenecek ekstra tur vardı. Açıkçası ben böyle bir tur yapmak yerine, Dubrovnik’i köşe bucak dolaşarak, kenti iyice içime sindirerek günü geçirmeye niyetliydim. Ayrıca Korcula’nın sonbaharda pek bir cazibesi de yoktu. Daha çok yaz aylarında plajları için tercih ediliyordu. Ada yaşantısını görmek, Marco Polo’nun doğduğu evi ziyaret etmek ilginç olabilirdi ama gerçekten ekstra tur ücretine değer miydi? Üstelik adaya yolculuk tekneyle değil, yine otobüsle yapılacaktı ve günün yarısını otobüste geçirmeye niyetli değildim. Biraz müzakere ettikten sonra arkadaşlarım da bana katıldılar.

Üç arkadaş kahvaltıdan sonra vakit kaybetmeden yollara koyulduk. Ancak eski şehre gitmek yerine, rotamızı değiştirerek yarımadanın öbür tarafına, yeni limana doğru yürümeye başladık. Doğal olarak sur dışında daha modern binalar görülüyordu. Bu tarafta kent, butik ve turistik havasından biraz sıyrılmıştı.

Yeni limanın civarında artan yapılaşma göze çarpıyor

Haliç biçimindeki limana inip Franjo Tudjman Köprüsü’nü ve demir atmış gemileri şöyle bir uzaktan seyrettik. Limanın arkasında artan betonlaşma göze çarpıyordu. Daha sonra Lapad yarımadasının diğer tarafına geçmek için önce bayır yukarı, sonra bayır aşağı enerji isteyen bir sabah yürüyüşü yaptık. Bu bölgeyi Yakacık, Küçükyalı gibi semtlerin betonlaşmadan önce, sayfiye oldukları zamanki hallerine benzettim. Bol ağaçlıklı yollar, bahçe içinde birkaç katlı villalar…

Lapad yarımadası daha çok turistlerin konaklamasına hizmet eden bir bölge. Dubrovnik’teki pek çok otel ve plaj bu bölgede toplanmış. Tabii mevsimi olmadığı için her yer çok sakindi, ama yazın herhalde buralarda iğne atılsa yere düşmez. Yazın çam ağaçları arasından denize girmek gayet hoş olabilir. Dubrovnik ve çevresindeki plajlar genelde taşlık; kumluk plajlar için daha çok Karadağ tarafına gitmek lazım. Meraklısına bir de not: Dubrovnik ve çevresinde pek çok çıplaklar plajı bulunuyor. Doğal olarak buralara girmek için fazlasıyla doğal olmayı göze almak lazım.

Lapad’dan sonraki hedefimiz Viktorija mahallesiydi. Ancak şehrin diğer tarafındaki bu mahalleye gitmek için bir taşıta binmek şarttı. Dubrovnik’teki otobüs ağı oldukça iyi, gitmek isteyebileceğiniz hemen her yere otobüs seferi var. Ancak seferler çok sık değil, o yüzden uzun süre otobüs bekleyebilirsiniz. Viktorija otobüsünün beklediğimiz duraktan geçmesine çok vakit olduğu için biz de Pile’ye giden bir otobüse bindik. Eski kentin ana girişi olan Pile bir anlamda son durak gibi. Pek çok otobüs orada duruyor. Ayrıca Pile’den bir önceki Boninovo durağı da transfer için ideal bir yer. Neredeyse tüm otobüs seferleri buradan geçiyor.

Pile’den yine bayır yukarı bir yürüyüşle bizi Viktorija’ya götürecek otobüsün durağına vardık. Aslında mesafe fazla değildi ama bu mahalle Dubrovnik’i tepeden gören dik bir yamaca kurulmuştu. En iyisi tepeye otobüsle çıkıp manzaranın keyfini çıkararak aşağı inmekti.

Viktorija Dubrovnik'i karşıdan seyretmek için en ideal nokta

Viktorija’dan bakınca şehri çevreleyen surlar, liman, açıktaki Lokrum Adası ve uçsuz bucaksız deniz ayaklar altında kalıyor. Şehre inen yol boyunca, yamaçta harika deniz manzaralı lüks villalar ve apartmanlar bulunuyor. Yolun sahil tarafında ise lüks oteller yer alıyor. Görünüşe göre Dubrovnik’in en zengin semti burası.

Biz fotoğraf çekerek şehre doğru ilerlerken, kocaman bir “cruise” gemisi de Lokrum Adası açıklarına demir attı. Birden geminin etrafını, yolcuları limana götürecek tekneler çevirdi. Bir an için bu manzarayı ete üşüşen köpekbalıklarına benzettim.

Biz Revelin Kalesi’nin oradan sur içine girdiğimizde, bir gece öncesiyle ilgisi olmayan bir hareketlilik şehri sarmıştı. Gemi boşalmış, binlerce turist şehri istila etmiş, esnafa gün doğmuştu. Biz de vakit kaybetmeden öğleye kadar açık olan yerel pazara gittik. St. Blasius Kilisesi’nin arkasındaki Gundulice Meydanı’nda kurulan bu pazarda meyve sebze, kurutulmuş ve ev yapımı yiyecekler dışında, çeşitli hediyelik eşyalar da bulmak mümkün: lavanta keseleri ve esansları, yerel motiflere sahip elişleri, yerel kıyafet giymiş bebekler, takılar, sabunlar… Burada fiyatlar hem dükkanlara göre daha ucuz hem de pazarlık yapma imkanı var.

Dubrovnik'teki açık pazar ucuz ve yöresel hediyelikler bulmak için birebir ancak öğleyin tezgahlar toplanıyor

Hediyelik alışverişiyle nakit paramızı tüketince, döviz bozdurma ihtiyacı doğdu. Bosna-Herek ve Karadağ’da harcamalarda Euro rahatlıkla kullanılabilirken, burada Hırvatistan para birimi Kuna kullanmak gerekiyor. En azından çok daha kazançlı, çünkü dükkanlarda Euro verirseniz para üstünü Kuna olarak ödüyorlar. Döviz büfeleri genelde eski şehrin içinde bulunuyor, bankalar da döviz bozuyor ama daha düşük komisyonla.

Stradun Caddesi’nde döviz büfesi ararken çok hoş bir tesadüf yaşadık. Makedonya seyahatimizde bize rehberlik eden Selahattin Bey’le karşılaştık. İçten bir selamlaşmanın ardından kendisinin Hırvatistan’da çekim yapan TRT ekibine mihmandarlık yaptığını öğrendik ve ayaküstü bir muhabbetten sonra akşam kaldığı otelde buluşmak için sözleştik.

Tekrar paralandıktan sonra, iyice şiddetlenen açlığımızı bastırmak üzere, methini çok duyduğumuz Lokanda Peskarija’ya, Türkçesiyle Balıkçı Lokantası’na doğru yollandık. Rehberler buranın hem ucuz hem de lezzetli deniz ürünleri bulunan bir lokanta olduğunu söylüyordu. Gerçekten de fiyatlar Dubrovnik için oldukça iyiydi. Ortaya yine deniz ürünlü risotto (bu kez beyaz), kalamar ızgara ve buranın spesiyalitesi olan sardalye söyledik. Bir de buraların midyesi meşhur. Koca bir tas kabuklu midyeyi önünüze getiriyorlar, yanında da boş bir kova. Siz çekirdek çıtlatır gibi midyeleri yiyip kabuklarını kovaya atıyorsunuz. Fazla el oyalayıcı diye onu pas geçtik. Biraz sonra öğle güneşinin ısıttığı, liman manzaralı masamıza üç tane kocaman siyah kap geldi. Porsiyonlar yine doyurucuydu. Sardalyelerin lezzetine diyecek yoktu ama alıştığımızdan çok daha ufaklardı. Çıtır çerez gibi gidiyordu. Risotto yani pilav bizim alıştığımıza göre daha lapa kıvamındaydı. İçindeki deniz ürünlerine gelince: mesela karidesler ayıklanmış değil bütündü. Kalamar ızgara ise nefisti, ama kalamarı ilk defa kaşıyla gözüyle bütün olarak gördüğüm için değişik geldi. Ama bence en güzeli oydu. Bütün yemekler lezzetliydi ama bizim alıştığımız şekillerinden biraz farklıydı.

Yemekten sonra Gundulice Meydanı’nın arkasındaki merdivenlerden tırmandık ve şehre hakim bir tepeye kurulmuş St. Ignatius Kilisesi’ni ziyaret ettik. 18. yüzyıla ait bu Barok yapının oldukça heybetli bir görüntüsü vardı. Yüksek tavanı ve duvarlardaki freskler çok gösterişliydi. Eğer vaktimiz kısıtlı olmasaydı altardaki freski bir sıraya oturup uzun uzun seyredebilirdim.

Fresklerde Cizvit mezhebinin kurucusu St. Ignatius'un yaşamından kesitler betimleniyor

Artık Dubrovnik’te yapacağımız son bir şey kalmıştı: Büyük sur turu. Bütün turistlere önerilen bu tur sayesinde Dubrovnik’i çepeçevre dolaşmak ve şehri her yönden görmek mümkün. Şehrin iki kapısının yakınında ve limandaki kalede turun başlangıç noktaları var. Giriş 50 Kuna. Surları boydan boya kat etmek yaklaşık bir buçuk saati alıyor. Bol bol fotoğraf çekip, Denizcilik Müzesi’ni ziyaret ederseniz çok daha uzun sürebilir.

Biz tura Büyük Onofrio Çeşmesi’nin karşısındaki ana girişten başladık. Yürüyüş yoluna çıkan dik merdiveni nefes nefes tırmandığımızda bunun iyi bir fikir olup olmadığını sorguladım. Ama surların üzerinden etrafa baktığımda ne kadar doğru bir karar verdiğimizi anladım. Dubrovnik’in kırmızı kiremit denizi dalga dalga önümüzde uzanıyordu. Surların üzerindeki bir tabelada savaş sırasında zarar gören binalar şehir planı üzerinde işaretlenmişti. Kentteki neredeyse tüm binalar top atışından veya yangından zarar görmüştü. Zaten damlara şöyle bir bakınca bu durum gayet açık seçik anlaşılıyordu. Daha parlak kırmızı kiremitli damlar yeni yapılmıştı, daha soluk renkliler ise eskiden kalmaydı ve bunlar oldukça az sayıdaydı.

Çatılara bakarak savaşta hangi binaların zarar gördüğünü anlamak mümkün

Surlar boyunca yürürken Dubrovnik’in tüm tarihi binalarını bu kez de yukarıdan görme fırsatı buluyordum. Ayrıca kentin günlük yaşamından izler de göze çarpıyordu; balkonlara asılmış çamaşırlar, sokak arasında top oynayan çocuklar gibi… Müze kentin o daracık sokaklarında hayat devam ediyordu.

St. John Kalesi’nde bulunan Denizcilik Müzesi’ni gezmek için bir süreliğine arkadaşlarımdan ayrıldım. Çok büyük bir müze olmamasına rağmen, Orta Çağ’dan günümüze Hırvatistan denizciliğinin seyri bu müzede görülebilir: Gemi yapımında ve denizcilikte kullanılan aletler, çeşitli belgeler, gemi modelleri ve deniz konulu tablolar… Müzenin girişi ise 40 Kuna.

Günbatımını seyretmek için surların üstünde olmak iyi bir fikir

Müzeyi gezdikten sonra hızlı adımlarla arkadaşlarıma yetiştim. Surların kapanma saati de yaklaşmıştı. Bu arada limanın üstünden geçerken, sabah şehri istila eden turistlerin gemiye dönmek için limana doluştuğunu gördüm. Kendilerini gemiye götürecek tekneleri bekleyen insan kalabalığından eski limanda iğne atılsa yere düşmezdi. Günbatımını da surlar üzerinde izledikten sonra girdiğimiz kapıdan çıktık. Ancak hiç beklenmedik bir aksilik oldu. Arkadaşlardan biri çantasını surlarda unuttu. Neyse görevli yardım etmeyi kabul etti ve arkadaşım onunla birlikte çantayı bulmaya gitti. Diğer arkadaşla birlikte uzun bir bekleyişten sonra neyse arkadaş çantasıyla geldi ama biz de bayağı telaşlandık. Heyecanlı dakikaların ardından rahatlamak için bizi bir gece önce kabul etmeyen kafede hem bir şeyler içtik hem de biraz ısındık. Bu sırada St. Blasius Kilisesi’nde çalgılı türkülü, neşeli bir nikah törenine tanık olduk.

Törenin ardından otele döndük ve akşam yemeğinin ardından Selahattin Bey ile buluşmak üzere kaldığı Rixos Otel’e gittik. Türkler tarafından yapılan bu otel, bizimkinin yanında gerçekten saray gibiydi. Keyifli bir sohbetten sonra otele döndüğümüzde benim de hastalığım bayağı ilerlemişti. Ne yazık ki beni uykusuz bir gece bekliyordu.

1 Kasım 2009
Yaralı ama güzel Saraybosna

Sıkıntılı bir gecenin ardından, hasta ve bitkin olarak uyandım. Artık dönüşe geçiyorduk. Saraybosna’ya kadar uzun bir otobüs yolculuğu olacaktı ve hasta olmam kadar, otobüsteki diğer insanlara da hastalık bulaştıracağım endişesi beni rahatsız ediyordu. Bu nedenle mümkün olduğu kadar insanlardan uzak durmaya ve molalar dışında yol boyunca biraz uyumaya çalıştım.

Tekrar Bosna-Hersek topraklarındaydık. Öğle yemeğini Mostar’a bağlı Blagaj adlı Osmanlı kasabasında yiyecektik. Blagaj’ın özelliği Buna Nehri’nin kaynağına kurulu olması ve Bosna’daki en romantik tekkenin burada bulunmasıydı.

Buna Nehri dağın içinden kaynayıp Neretva Nehri'ni besliyor

Buna Nehri tam anlamıyla dağın içinden doğuyor ve pırıl pırıl suları çağıldayarak vadiden aşağı akıyor. Suyun çıktığı mağaranın hemen yakınına kurulmuş tekke ise romantik sıfatını fazlasıyla hak ediyor. Yapımı 17. yüzyıla dayanan bina ahşap oymacılığının çok güzel bir örneği. Özellikle tavan süslemeleri göremeye değer. 2 Euro karşılığında tekkenin gıcırdayan tahtaları üzerinde dört yüzyıl öncesine yolculuk yapıp derviş yaşamının izlerini bulmak mümkün.

  
Sarı Saltuk Tekkesi’nde ahşap işçiliğinin ince örnekleri görülebiliyor

Tekke ziyaretinin ardından karşı kıyıdaki lokantada öğle yemeğimizi yedik. Parıldayan güneş, temiz hava hem beni biraz kendime getirmiş hem de iştahımı açmıştı. Sonunda Bosna’nın meşhur ‘Ćevapi’sinin tadına bakabilecektim. Ćevapi veya Ćevapčići aslında kebap demek, ancak burada ve Balkanların pek çok yerinde köfteye bu ad verilmiş. Daha önce gördüğüm kadarıyla pideyle ve bol soğanla servis ediliyordu. Ancak bizim bulunduğumuz lokantada biraz farklı servis edildi. Lezzet güzeldi ama alelade köftelere benziyordu. Orijinal Ćevapi’nin bize sunulan olduğundan biraz kuşku duydum. Fırsat bulursam Saraybosna’da tekrar yemeye karar verdim.

İyice doyduktan sonra yine yollara koyulduk. Saraybosna’ya kadar epey bir yolumuz vardı. 5 gün önce Mostar’a gelirken geçtiğimiz yolları bu kez ters yönde kat ediyorduk. Yine ırmakların kıyısından, dağların arasında kalmış derin vadilerden geçerken kırsal yaşamın izlerini, sonbaharın renklerine bürünmüş bir şekilde izliyordum.

Akşam olurken Saraybosna’ya vardık ve hava iyice kararmadan panoramik turumuza başladık. Hırvatistan kıyılarının güneşli ve ılıman ikliminden Saray Ovasının dondurucu ayazına geçmek herkeste bir şok etkisi yaptı.

Saraybosna’nın tarihi çok eski çağlara dayanmasına rağmen, asıl önemini 15. yüzyıl ortalarında Osmanlı’nın buraya gelmesiyle kazanmış. Pek çok yolun kesiştiği bir bölge olduğu için Osmanlı burayı ticari ve idari bir merkez yapmış. Tepedeki bir saray ve saraydan görülen ova manzarası nedeniyle şehre “Saray Ovası” adı verilmiş. Hâlâ da bütün dünya Saray Ovası derken, biz Bosna Saray’dan türetilen Saraybosna’yı kullanıyoruz.

Osmanlı’nın hakimiyeti 1878’de bitince, kent Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yönetimine geçmiş. 1914’te 1. Dünya Savaşı’nın başlamasına yol açan Arşidük Ferdinand’ın suikastı da buradaki Latin Köprüsü’nün üzerinde işlenmiş. Yugoslavya döneminde de önemli bir merkez olmayı sürdüren şehir, 1984 Kış Olimpiyatlarına ev sahipliği yapmış. 1991’de ise Sırpların kuşatması altında tarihinin en kötü günlerini yaşamış. Bombardıman, açlık, belki de en kötüsü nereden geleceği belli olmayan ölüm. Ama aldığı onca yaraya rağmen, Saraybosna güzelliğinden pek bir şey kaybetmemiş.

Turumuza savaşta büyük zarar görmüş, ama restorasyon altına alınmış eski kütüphane binasının yanından geçip Başçarşı’ya girerek başladık. Başçarşı, Saraybosna’da Türk kimliğinin en iyi korunduğu yer. Tek katlı, kırmızı kiremitli sıra sıra dükkanları, dar sokakları ve Arnavut kaldırımı yolları ile ilk bakışta eski Bursa’yı hatırlatıyor. Çarşı meydanının ortasındaki 1891 tarihli sebil zarif ahşap süslemeleriyle dikkat çekiyor. Meydanın solunda bakırcıların bulunduğu Kazancılar Sokağı’na giriliyor. Saraybosna’dan alınacak en makbul hediyeliklerden biri de bakır cezve ve kahve takımları, ancak altında orijinal Saraybosna damgası olmasına dikkat etmek gerekiyor. Sokağın sonundan köşeyi dönünce bir dizi börekçi ve cevapicinin olduğu bir sokak yer alıyor.

Başçarşı'da akşam olmak üzere

Çarşı meydanının ucundan başlayan Ferhadiye Caddesi’nde bulunan Gazi Hüsrev Bey Camii 1531 yılında inşa edilmiş ve özellikle iç süslemeleriyle dikkat çekiyor, ancak biz içine girecek zaman bulamadığımız için şadırvanının güzelliğini seyretmekle yetindik.

Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş Gazi Hüsrev Bey Camii savaştan sonra ne yazık ki aslına uygun olarak tamir edilmemiş

Ferhadiye Caddesi’nde Osmanlı dönemi ile Avusturya-Macaristan dönemi keskin bir çizgiyle ayrılıyor. Bir noktadan sonra ahşabın hakim olduğu, tek veya iki katlı Türk tipi mimari bitiyor, taşın hakim olduğu, 3-4 katlı, yüksek pencereli ve ön cephesi süslemeli Avusturya-Macaristan dönemine ait yapılar başlıyor. Caddenin ortalarına doğru yer alan bir meydanda 1884-1889 yılları arasında inşa edilmiş heybetli bir Katolik Katedrali bulunuyor.

Yapımı 5 yıl süren Katedral, neo-Gotik ve Romanek mimarinin izlerini taşıyor

Ferhadiye Caddesi’nin bir üst paralelindeki caddede, 5 Şubat 1994’te bir top mermisinin onlarca insanı öldürdüğü pazar yeri var. Pazarın arkasında, ölenlerin isimlerinin yazılı olduğu camdan bir duvar yer alıyor.

Panoramik turumuz Ferhadiye Caddesi’nin sonundaki Sönmeyen Alev’de sona erdi. 2. Dünya Savaşı’nda yaşanan acılar anısına yakılmış olan bu anıtın üstünde Tito’nun sözleri yazılıydı. Kısaca, savaşta birlik olup düşmana karşı savaşan tüm halkların kahramanlığını ve dayanışmasını övüyordu Tito. Yaklaşık 50 yıl sonra, bu halkların birbirlerinin gırtlaklarına sarılacağından habersiz.

Tito'nun sözleri artık anlamını yitirse de ateş üşüyen elleri ısıtmaya devam ediyor

Bizi otele götürecek otobüsümüzü beklerken dondurucu soğuk da içimize işledi. Oldukça uzun bir beklemeden sonra gelen otobüse doluştuk ve Saraybosna’nın biraz dışındaki Hotel Exclusive’e yollandık. Yeni ve temiz olmasına rağmen, otelin şehirden uzakta olması bizim için dezavantajdı. Bu nedenle hiçbirimiz o soğukta şehre geri dönmeyi düşünmedik ve akşamı kahve içip muhabbet ederek noktaladık.

2 Kasım 2009
Bir sevdalinkadır Saraybosna gönlümüzde

Sabah kalkıp odamın penceresinden dışarı baktığımda çayırlara kırağı düşmüş olduğunu gördüm. Balkanlara buz gibi bir günde veda edecektik.

Öğleye kadar Saraybosna’da geçirebileceğimiz serbest zamanımız vardı. Şehre doğru giderken savaşın izlerini gündüz gözüyle daha iyi görebiliyordum. Şehrin dış mahallelerinde, görünüşe göre hiçbir stratejik veya askeri önemi olmayan binalarda bile tahribat vardı. Neredeyse hiçbir bina yoktu ki üzerinde kurşun deliği olmasın. Sıradan insanları hedef haline getiren bu kin nedendi? İnsanların çoğu yoksulluktan bu evleri tamir ettiremiyordu. Ama bence ibret olsun diye o kurşun delikleri korunmalı. Yaşanan acıları hatırlatsın ve bunlar bir daha yaşanmasın diye… Turumuzda ne yazık ki, Saraybosna’nın biraz dışında, havaalanı civarındaki Tünel Müzesi yer almıyordu. Savaş boyunca erzak getirmek veya yaralıları göndermek için Saraybosnalıların dış dünyayla tek bağlantısı olan bu tünel, şimdi ziyaretçilerine hem ürkütücü hem ibret verici savaş anılarını sergiliyordu.

Tito Yugoslavya’sının pek çok büyük şehrinde görülen toplu konut bloklarının arasından geçerek şehir merkezine vardık. Bir ara önünden geçtiğimiz bir binanın üstündeki elektronik termometrede -2 yazdığını gördüm. Kar yoktu ama kuru soğuk vardı. Savaşta yanan Holiday Inn otelinin ve ilginç burgulu bir mimariye sahip Avaz gazetesi gökdeleninin önünden geçtik. Bu gazete savaşta bile baskıyı durdurmayıp dünyaya Bosna’da yaşananları aktarmış.

Bir önceki gün olduğu gibi eski belediye binasının karşısında otobüsten inip Başçarşı’ya dağıldık. Bu sefer Saraybosna’nın merkezini biraz daha iyi tanımak, sokaklara girip çıkarak kalan birkaç saatte şehri mümkün olduğunca özümsemek istiyordum.

Sebil, Saraybosna'nın en önemli sembollerinden biri

Sabahın erken saati olmasına rağmen dükkanlar açılmıştı. Kazancılar Sokağı’ndaki bakırcılar, soğuktan kapılarını örtmüşlerdi ama zanaatkar ellerden yükselen tık tık sesleri sokağa taşıyordu. Dükkanların önleri ve vitrinleri her çeşit bakır eşyayla doluydu: cezveler, kahve takımları, tepsiler, siniler, maşrapalar… Bakırcıların arasından geçen bir yoldan Gazi Hüsrev Bey Bedesteni’ne çıktık. Cami ile birlikte Gazi Hüsrev Bey Külliyesi’nin bir parçası olan bu 109 metre uzunluğundaki kapalı çarşı henüz açılmamıştı.

Başçarşı'nın bakırcıları 16. yüzyıldan beri nesilden nesle geçen zanaatlarını sergiliyor

Yolumuza Ferhadiye Caddesi üzerinden devam edip Katedral’in yanından bombalanan pazar yerine çıktık. Pazarda büyük bir hareketlilik vardı. Arka taraftaki kırmızı duvar ölümleri unutturmasa da yaşam bir taraftan devam ediyordu. Yürüyüşümüze Ferhadiye Caddesi’nin devamındaki Mareşal Tito Bulvarı’nda devam ettik. Burada bankalar, lüks mağazalar göze çarpıyordu.

Pazar yeri katliamında ölenlerin isimleri gerideki panoda yaşamaya devam ediyor

Büyük bir alışveriş merkezi olan BBI Center’ın önünde, daha sonra Başçarşı’da buluşmak üzere arkadaşlarımla ayrıldık. Onlar nehir boyunda fotoğraf çekmeye giderken, ben de BBI Center’da biraz ısınıp müzik alışverişi yapmaya karar verdim. Bu modern alışveriş merkezi Arap sermayesi ile yapıldığı için içki satışına izin verilmemiş. Zaten benim de içkiyle ilgim olmadığı için doğrudan bir müzik mağazası buldum ve birkaç sevdalinka CD’si aldım. Bosna’ya özgü bir müzik olan sevdalinka melodilerinin kimisi ritmik kimisi ağır, ama çoğunlukla hüzünlü. Sözlerini anlaşılmasa da sevgiye, sevgiliye olan özlem mutlaka hissediliyor.

1. Dünya Savaşı’nı başlatan suikastın işlendiği Latin Köprüsü’nü görmeye vaktim kalmadığını anlayınca tekrar Ferhadiye Caddesi üzerinden dönüşe geçtim. Ancak yolda et pazarı olarak kullanılan eski binaya girmeden edemedim. Bosna’dan alınabilecek en lezzetli şeylerden biri de kurutulmuş et. Burada da çeşit çeşit etler ve peynirler tezgahlarda sergileniyordu.

16. yüzyılda inşa edilmiş ve zamanında 300 yatak kapasitesine sahip Morica Han’ı da şöyle bir ziyaret ettikten sonra arkadaşlarımı bakırcılarda bir dükkanda alışveriş ederken buldum. Kalan vaktimizi de meşhur Boşnak böreğinin tadına bakmaya ayırdık. Bu böreklerin en makbulü sac altında yapıldığı için ve bunu da en iyi yapanlardan biri çarşı içindeki Sac Börekçisi olduğu için dar bir sokaktaki bu ufak börekçi dükkanını bulduk. Kıymalı, peynirli ve patatesli Boşnak börekleri yanında ayran ile yaptığımız ufak bir ziyafetten sonra Saraybosna’yı terk etmeye hazırdık.

Hiçbir Saraybosna gezisi sac altında yapılan Boşnak böreğinin tadına bakmadan bitmemeli

Biraz sonra tüm grup otobüste toplanmış, yeni yerler keşfetmiş olmanın verdiği coşku ile buralardan ayrılmanın verdiği hüznü harmanlayarak havaalanına doğru yola çıkmıştık. Balkanların muhteşem doğasını, paha biçilmez kültürel mirasını ve acılarla örülmüş tarihini geride bırakıyorduk.

Bitiş

Her gezi dönüşünde bir şeylerin eksik kaldığını hissederim. Hep gelecek sefere yapmak üzere bir şeyler vaat ederim kendi kendime: Şuraya da bir dahaki gelişimde giderim, o yemeğin tadına gelecek sefer bakarım, yeniden geldiğimde şunu mutlaka yapmalıyım…

Bosna-Hersek’ten, daha doğrusu Balkanlardan dönerken yine yapmayı planlayıp da eksik kalan pek çok şey vardı. Ne Bosna’da düzgün bir cevapi yiyebilmiştim, ne Tünel Müzesi’ni gezebilmiştim. Ama nedense bu kez ileriye dönük sözler vermek istemiyorum. Umarım yine oralara giderim ve bıraktığım gibi bulurum.

Dubrovnik’i ya da Kotor’u değil belki, ama özellikle Saraybosna’yı tekrar görmek isterim. Dubrovnik gerçekten bir müze şehir, bir butik şehir. Her şey çok güzel, çok göz okşayıcı. Sanki masal gibi. Siz içindeyken varmış da uzaklaşıp arkanıza baktığınızda kaybolacakmış gibi. Kesinlikle bir kere görmeyi hak ediyor, ama o bir kere de yetiyor. Kotor da öyle…

Ama Saraybosna çok farklı. Orada yaşandığını hissediyorsunuz. Bir köşede ufak bir masa açmış, gazete dergi satan kürk mantolu teyzeyi gördüğünüzde bunu hissediyorsunuz. Geçmişi, tarihi, kültürü hissediyorsunuz. Arkanıza dönüp baktığınızda yerinde bulacağınızı biliyorsunuz.

Bu gezinin son satırlarını yazarken bana bir Bosna ezgisi eşlik ediyor. Akordeonun kıvrak melodisi ile hisli bir kadın sesi Saray Ovasının kalbinden Dinar Alplerini aşıp Adriyatik’e, Vardar Ovası’nı aşıp Akdeniz’e, Rumeli’ni aşıp Anadolu’ya sevgiyi, hüznü, acıları, inancı ve azmi taşıyor. Saraybosna’nın ortasında, Miljacka Nehri’nin kıyısında durup bu ezgiyi hissetmek için bile geri dönmeye değer.

Sinan Bâli
İstanbul, 26 Ocak 2010

Teşekkür: Bu gezi için önayak olan ve 6 gün boyunca beni yalnız bırakmayıp bana katlanan arkadaşlarım Rabia ve Zehra’ya teşekkür ederim.

Kaynakça: Lonely Planet ve Wikipedia