14 Eylül 2010 Salı

EŞİNİ BULMASI ZOR DİYAR: MALATYA



Kimi şehirlerin niteliklerini övmek için başka şehirlere benzetme yapılır. Doğu’nun Paris’i, Kuzey’in Venedik’i gibi yakıştırmalar dünyanın her yerinde çeşitli şehirler için kullanılır. Ancak bir kenti başka bir kente benzeterek övmek ne kadar doğrudur? Hele bu kentin kendine özgü ve belirgin pek çok özelliği varsa…

Malatya’ya da benzer yakıştırmaların yapıldığını duymuştum; Doğu’nun Paris’i gibi… Ancak Malatya’nın o kadar köklü bir tarihi, renkli bir kültürü ve zengin nitelikleri var ki nevi şahsına münhasır bir kenttir doğrusu. Bunu oraya gittiğimde daha iyi anladım.

Malatya’yı anlatmak değil ama nereden başlayacağımı belirlemek zor. Tarihinden başlasam bir yazı yetmez, kayısı desem belli başına bir yazı konusu, yemekleri öyle… Kültürü desem roman olur. Belki en iyisi çok detaya girmeden izlenimlerimi, gördüklerimi anlatmak; yeri geldikçe her şeyden bir tutam katarım.



Malatya’ya çok uzun zamandır gitmeyi arzuluyordum, ama bir türlü zaman ve zemin yaratamıyordum. Sonunda Malatyalı arkadaşlarım Sevinç ve Çağatay’ın ısrarlı davetleri ve “Kayısı mevsimi bitmeden gel, yoksa dalında zor görürsün” demeleri üzerine, fırsat bu fırsattır deyip yola koyuldum. Hayatımda ilk kez gideceğim Doğu Anadolu’nun kapılarını bana Malatya açacaktı.

Doğu Anadolu’yu keşfe başlamak için Malatya aslında en doğru seçim. Malatya, antik çağlardan beri ticari açıdan önemli bir kesişme noktası olmuş. Kral Yolu ve İpek Yolu’nun üstünde yer almış. Bu nedenle Anadolu’dan pek çok uygarlığa ev sahipliği yapan önemli bir merkez olmuş. İlk yerleşimlerin M.Ö. 8 binlere dayandığı Malatya’da Hitit, Asur, Pers, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu ve Osmanlı egemenliklerinin izlerini görmek mümkün.

Malatya ilk kez Hz. Ömer devrinde Müslümanların eline geçmiş, Emeviler ve Abbasiler döneminde Bizans’la yapılan savaşlara tanıklık etmiş. 12. yüzyılda Danişmentlilerin egemenliği altına giren kent, 1517’de Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlıların eline geçmiş.

Malatya'nın adı Kültepe tabletlerinde Melita olarak, Hitit tabletlerinde "Maldia" olarak geçmekte. Malatya kelimesi Hititçe bal ve meyve bahçesi anlamına gelen Melid kelimesinden türetilmiş. Belli ki Malatya’nın bereketi o günlerden bugüne miras kalmış. Uçağın penceresinden gördüğüm Anadolu sarı renkli topraklarının Malatya’ya geldiğimizde yeşile dönmesi de bunun en büyük kanıtı.


Bey Dağı’na sırtını dayayan Malatya modern ile gelenekseli birleştiren büyük bir kent.

Uçaktan indiğimde kavurucu bir öğle sıcağı beni karşıladı. Malatya Erhaç Havaalanı’ndan Bey Dağı’nın eteklerindeki geniş ovaya yayılan Malatya’ya girerken gördüğüm manzara hiç de kafamdaki Doğu Anadolu imajına uymuyordu. Modern ve büyük binalar, yeni yapılan toplu konutlar gelişen bir şehrin göstergesiydi. Başka bir yerde olsa bu yapılaşma eleştirilebilirdi. Ama bu şehirde yapılaşma, kendisini betonlaşma olarak değil modernleşme olarak gösteriyordu. Yine de bu büyümenin planlı, programlı ve kararında olması şart. Yapımı, yıkıma dönüştürmeyecek hassas dengeyi iyi tutturmak lazım.


Malatya’nın belediye binası ilginç mimarisiyle daha çok modern sanat müzesini andırıyor.

Eskiden Sümerbank lojmanlarının bulunduğu alanda kurulan Sümer Park’ta arkadaşım Sevinç beni karşıladı (parkın ismi politik nedenlerle Abdullah Gül Parkı olarak yakın zamanda değiştirilmiş ama halk için hâlâ Sümer Park). Burada Sümerbank’ı anmakta yarar var, çünkü Malatya’nın ekonomik ve sosyal hayatında Sümerbank’ın büyük önemi ve katkıları var. 1939’da faaliyete geçen dokuma fabrikası şehrin ekonomisinde itici bir güç olmuş ve kalkınmayı her yönden desteklemiş. Lojmanlar, okullar, parklar… Kısacası Sümerbank, Malatya’ya çok şey katmış ve modern bir şehir haline gelmesinde önayak olmuş. Sanırım Malatya’da belli bir yaşın üstünde olup da Sümerbank’la ilişkisi olmayan azdır. 2000’lerde Sümerbank’ın özelleştirilmesiyle Cumhuriyet tarihindeki kalkınma hamlesinin en büyük ve anıtsal kurumlarından birinin de sonu gelmiş. Şimdilerde de Sümerbank’tan geriye kalan park, cami gibi izlerin yavaş yavaş silinmeye çalışılması, Sümerbank’la bağları olanları derinden üzüyor. Bunu biliyorum çünkü arkadaşım Sevinç ve ailesi de eski Sümerbanklılardan.

Hava fazlasıyla sıcak olduğu için birbirine bitişik birkaç parktan oluşan Sümer Park’ı, bir modern sanat müzesini andıran mimarisiyle Malatya Belediyesi’nin binasını ve hemen yanındaki modern alışveriş merkezini görmek ancak akşam kısmet oldu. Günün büyük kısmını sohbet ederek ve hasret gidererek geçirdik. Malatya’nın keşfini ise ertesi güne bıraktık.

Ertesi gün oydu buydu derken, Sevinç, Çağatay ve 8 aylık İlim bebekle birlikte dışarı çıkmamız öğleyi buldu. O gün Aslantepe Höyüğü’nü, Eski Malatya’nın bulunduğu Battalgazi ilçesini ve merkezi dolaşmayı planlıyorduk.

Aslantepe Höyüğü kayısı bahçeleri arasındaki Malatya’yı uzaktan seyretmek için ideal bir köşe.

İlk durağımız Malatya'nın 6 km. kuzeydoğusunda Orduzu'da bulunan Aslantepe höyüğü oldu. Malatya’daki bilinen en eski yerleşim yerlerinden biri olan höyük alanında, Hititler M.Ö. 1900–1200 yılları arasında yaşamış. Ama ilk buluntular M.Ö. 3000’lere kadar gidiyor. M.Ö. 2. yüzyılda Romalılar şehri daha kuzeydeki, bugün Battalgazi olarak bilinen bölgeye taşımışlar. İlk kazılar Atatürk’ün emriyle 1933 yılında Fransız I. Delaporte tarafından başlatılmış. Kazılar sonunda ilk eski tunç çağı, Hitit İmparatorluk çağı, Helenistik Çağ, Roma ve Bizans olmak üzere çeşitli kültür tabakalarına rastlanmış. Hitit ve Asur hükümdarlarına ait saray kalıntıları, kabartmalar, aslan heykelleri ve süslü vazolar bulunmuş. Malatya’da o sıralar bu eserleri sergileyecek müze olmadığından, eserlerin çoğu Ankara Arkeoloji Müzesine götürülmüş. Bugün kazılar İtalyan ekiplerce sürdürülüyor.

Aslantepe’deki kalıntılar özel bir kaplamayla dış etkilerden korunuyor.

Bize etrafı gezdiren Savaş Bey’in söylediğine göre gölgede 45 derecede höyüğe tırmandık. Gerçi henüz çalışmalar başlamadığı ve höyüğün üstü özel bir çatıyla kaplandığı için çok fazla bir şey göremedik. Zaten höyükten çıkartılan parçalar Malatya Müzesi’nde sergileniyordu. Ancak höyüğün tepesinden kayısı bahçeleriyle çevrili Malatya’ya uzaktan bakma fırsatı bulduk. Savaş Bey bize höyüğün yakında açık hava müzesine dönüştürüleceğini söyledi.

İkinci durağımız olan Battalgazi’ye yani eski Malatya’ya kestirmeden gitmek için anayoldan ayrıldık. Bol ağaçlıklı stabilize bir yoldan, kayısı bahçelerinin arasından, biraz da yolumuzu şaşırarak kendimizi Battalgazi’nin tepesinde Hasan Basri Türbesi’nde bulduk. Şifa bulmaya gelmiş insanlar tarafında piknik alanına çevrilmiş türbe ve çevresi bana pek ilginç gelmedi. Ama yanındaki Kırk Kardeşler Şehitliği ilginçti. 13. yüzyıla tarihlenen bu Selçuklu mezarlığında döneme ait mezar taşları görülüyordu. İnsanlar mezar taşlarının üzerine ufak taşlar koyup dilek diliyorlardı. Rivayete göre mezarlık adını, burada yatan 40 Selçuklu yiğidinden almış. Broşürlerden ezberledikleri bilgileri motor gibi saymaya başlayan çocuklar etrafımızı sarmaya başlayınca biz de hızla oradan uzaklaştık.

Halk, Kırk Kardeşler Şehitliği’ndeki Selçuklu dönemi mezar taşlarının üstüne taş koyarak adak adıyor.

Eski Malatya olarak da bilinen Battalgazi ilçesinin ilginç bir öyküsü var. Roma döneminden 1838 yılına kadar Malatya halkı kent merkezi olarak bugünkü Battalgazi ilçesini seçmiş. O zamanlar “Aspuzu Bağları” denen günümüz Malatya’sı yazlık olarak kullanılıyormuş. 1838’de yapılan Nizip Savaşı nedeniyle Doğu Anadolu Kuvvetleri Komutanı Hafız Ahmet Paşa, orduyu Elazığ’dan boş olan Eski Malatya’ya getirmiş ve Aspuzu’ya yazlık için giden halkın evlerine yerleştirmiş, halk da tabii geri dönememiş. Askerler kış boyunca binalardaki dolap, döşeme, merdiven gibi tahta ne varsa yakıp kente büyük zarar verince halk kenti gözden çıkarmış ve bugünkü Malatya kentinin temelleri atılmış. Bu olay belki de Malatyalıların cevval ve çalışkan yapılarını gösteren iyi bir örnek. Yıkılmış bir şehirde oturmayı reddedip yepyeni bir şehir yaratmışlar kendilerine.

Eskiden Malatya’nın merkezi olan Battalgazi şimdi sıradan bir belde…

Battalgazi’de, Selçuklular zamanından kalma cami, kümbet, kervansaray gibi çeşitli tarihi yapılar bulunuyor. Battalgazi’nin merkezi 2-3 katlı apartmanları, Atatürk Heykeli, çeşmesi ve meydanın etrafında toplanmış ticarethaneleriyle her ne kadar sıradan bir beldeyi andırsa da, çevresinde keşfedilmeyi bekleyen pek çok eser var. Çeşitli noktalara yerleştirilmiş tabelalarda bu yapıların yerleri belirtilmiş. Ancak biz bundan yararlanmak yerine içgüdülerimizi kullanmayı seçtik ve sokak aralarında birazcık dolandık. Aslında tavsiyem bizim gibi güneşin ortalığı kavurduğu bir saatte değil, daha makul bir saatte buraya gelip meydandan başlayarak yürüyerek çevreyi dolaşmak olacaktır.
 
Eski Malatya’nın ayakta kalan minareleri… Kimine bir cami sahip çıkmış kimi bir başına ortada kalmış.

Ziyaret ettiğimiz, daha doğrusu karşımıza çıkan ilk eser 1575 yılına tarihlenen Ak Minare Camii oldu. Kesme taştan yapılan caminin minaresi 13. yüzyılın ilk yarısında inşa edilmiş ve camiden ayrı durmakta. Zaten caminin kendisi Osmanlı mimarisini yansıtırken minarede Selçuklu izleri görülüyor.

Caminin biraz berisinde tek başına kızıl bir kule gibi yükselen Halfetih Minaresi göze çarpıyordu. Halk arasında "Hötüm Dede" olarak da bilinen camiden geriye kalan minare tamamen tuğla malzeme ile 13. yüzyılda yapılmış. Malatya’da pek çok yerde camilerin yıkılmış, fakat minarelerinin ayakta kalmış olduğunu gördüm. Kimisinin yanına yeni bir cami yapılmış, kimisi de Halfetih Minaresi’nde olduğu gibi yalnız başına bırakılmış.

17. yüzyıla tarihlenen bu kervansaray restorasyonu tamamlandıktan sonra kültür merkezi olacakmış.

Bir sonraki durağımız ilçe merkezindeki Silahtar Mustafa Paşa Kervansarayı oldu. 1632 yılında 4. Murat’ın silahtarı Mustafa Paşa tarafından yaptırılan dikdörtgen planlı han, revaklı geniş bir avluyu çevreleyen odalardan oluşuyor. Biz gittiğimizde restorasyon nedeniyle giriş yasaktı ama yine de usulca içeri girip şöyle bir baktık. Zamanında oldukça heybetli bir yapı olduğu belliydi, şimdi ise biraz cilalanıp modernize edildiği görülüyordu. (Ben bu yazıyı hazırlarken gördüğüm bir haberde Kervansaray’ın kültür merkezi olarak faaliyete geçeceğini okudum ve sevindim.)

Eski Malatya’daki son durağımız olan ve hepimizin çok merak ettiği Ulu Cami’ye doğru devam ettik. Aslında ilçede görülecek pek çok kalıntı vardı ama aşırı sıcak hepimizi bunalttığı için ve sabahtan beri yemek yemediğimizden Ulu Cami’den sonra merkeze dönmeye karar verdik.
 
Ulu Cami’nin sırrına vakıf olmak için süslemeli kapısından içeri girip zamanda yolculuk yapmak lazım.

Düz taş duvarları, ufak bir kubbesi ve fabrika bacasını andıran bir minaresi olan Ulu Cami, zamanla yol seviyesinin altında kaldığı için ilk bakışta pek de ulu gelmedi. Ancak içine girdiğim zaman neden ulu dendiğini çok iyi anladım. Ulu Cami, belki de o güne kadar Anadolu’da gördüğüm Selçuklu dönemine ait en büyük camilerden biriydi. Dışarının sıcağından içeri girdiğimde, kemerli sütunlarla bölünmüş taş salonlarda yürürken hem fiziksel hem de manevi bir serinlik hissettim. Bir an için sağda soldaki modern aksesuarları gözümün önünden yok ettim. Kubbedeki ufak pencerelerden süzülen ışığın altında sekiz yüzyıl öncesine döndüm. Mihrabın önünde bir Selçuklu cengâveri kılıcını yanına koymuş namaz kılıyordu, loş bir köşede saçı sakalına karışmış dervişler tespih çekiyorlardı, caminin ortasında mavi beyaz çinilerle süslü eyvanda uzun beyaz entariler giymiş iki tüccar sohbet ediyordu. Ulu Cami tüm mimari özellikleri ve yaydığı mistik havayla geçmişi yaşatıyordu.

Ulu Cami’nin duvarlarını ve kubbesini bezeyen mavi ve siyah çiniler geçen yüzyıllara rağmen güzelliklerini kaybetmemişler.

1224 yılında Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat tarafından, mimar Yakup Bin Ebubekir'e yaptırılan cami, Anadolu'da İran Selçukluları mimarisi geleneğini sürdüren mihrap önü kubbeli, avlulu ve eyvanlı tek esermiş. Kubbede ve eyvanda yer alan çini ve mozaikler devrin en güzel örneği imiş ki hâlâ güzelliklerinden bir şey kaybetmemişler. Detaylı bir ahşap işçiliğine sahip minber ise caminin dikkat çekici başka bir unsuru.

Ulu Cami’nin sütunlu koridorları yüzlerce yıllık bir gizemi barındırıyor sanki.

Ulu Cami’den çıktığımızda öğle sıcağında buraya geldiğimize hiçbirimiz pişman değildik. Sırf bu camiyi görmek için bile Battalgazi’ye gelinirdi. Nitekim ilçede daha görülecek pek çok tarihi yapı olmasına rağmen, Ulu Cami’nin verdiği manevi ve turistik doygunluk hissinden sonra başka bir yer görme ihtiyacı hissetmeden, biraz da karınlarımızı doyurmak amacıyla merkeze doğru yola çıktık.
 
Kerpiç konakların kimisi oldukça harapken bazıları da restore edilip turizme kazandırılmış.

Malatya’nın merkezinde tarihi sivil mimari örneklerinin yer aldığı Sinema Caddesi’ne geldik. Çoğu iki katlı olan bu kerpiç konaklardan bazısı restore edilip turizme kazandırılmış, bazısı da zamanın tahribatına dayanmaya çalışarak restore edilmeyi bekliyor. Restorasyon gören Beşkonaklar adlı sıra evlerde turizm ofisi, bir etnografya müzesi ve yöresel yemekler yapan bir lokanta bulunuyor. Müzenin kapanış saatine denk geldiğimiz için doğrudan lokantaya girdik. Benim için özel olarak yöresel yemekleri tadabileceğim karışık bir tabak getirtildi. İçli köfte, analı kızlı, ekşili kiraz yaprağı sarması, ıspanaklı ekşili köfte… Yanlarında soğuk gendime çorbası. Malatya mutfağı Doğu’nun en zengin ve en lezzetli mutfaklarından biri. Onlarca çeşit köfte yemeği, yine onlarca çeşit çorba sayılabilir. Sebze yemekleri, hamur işleri, tatlılar… İnsanın “Malatya yemeklerini yedim bitirdim” demesi için doymak bilmez bir iştaha ve çok geniş bir mide kapasitesine sahip olması gerek. Üstelik sadece yemekler değil, kullanılan malzemeler de bir o kadar çeşitli, ama gördüğüm ve tattığım kadarıyla bulgurun Malatya mutfağında özel bir yeri var.

Malatya mutfağının yemeklerini göstersek ne fayda! Gidip yerinde tadına bakmak lazım.

Beşkonaklar’daki Malatya Mutfağı’nda kendimize leziz bir yöresel ziyafet çektikten sonra şehri turlamaya hazırdık. Bu arada lokantadaki yöresel ana yemeklerin en fazla 10 TL olduğunu, doyurucu bir menünün de 20 TL’den fazla tutmayacağını belirteyim.

Turumuzu Malatya’nın en popüler gezinti mekanlarından biri olan Kanal Boyu’nda sürdürdük. Ağaçlıklı caddeyi ikiye bölen kanal, kıyısındaki yürüyüş yoluyla sıcaktan bunalanlara derman oluyor. Cadde boyunca hoş kafeler ve restoranlar davetkar bir şekilde sıralanıyor. Eskiden yaz akşamlarının vazgeçilmez piyasa yeri olan Kanal Boyu, şimdilerde popülaritesini yeni açılan alışveriş merkezine kaptırmış görünüyor.

Kanal Boyu özellikle yaz akşamlarının en popüler piyasa mekanı.

Kanal Boyu, Arkeoloji Müzesi ve Şelale Parkı’nın bulunduğu meydanda sona eriyordu. Doğal bir şelale olmamakla birlikte, basamak basamak düzenlenmiş setlerden suyun aktığı hoş bir mesire yeriydi Şelale Parkı. Yandaki aile gazinosunda yerel sanatçılar performanslarını sergiliyordu.

Ufak bir dondurma molasının ardından günbatımını tepeden izlemek için, otomobile doluşup Bey Dağı’nın yamacına kurulmuş olan ve şehri tepeden gören TOKİ konutlarına yollandık. Buradan tüm Malatya ovası, şehir merkezi, ilerideki Karakaya Barajı ve uzaktaki Malatya Dağları görülüyordu. Ve tabii ki şehirdeki hızla ilerleyen imar hareketi ve yapılaşma da… Daha önce de belirttiğim gibi yapılaşma, Doğu Anadolu’da modernleşmenin ve yaşam kalitesindeki artışın görüntüsüydü bu ama yine de bu modernleşme için feda edilen kayısı bahçeleri vardı. Umarım yapılaşma ileriki yıllarda Malatya’yı Malatya yapan değerleri yok etmez.

Güneş kızıla dönüp, hızla Malatya Dağları’nın ardından batarken, bir gün içinde tek bir şehirde kat ettiğimiz binlerce yılı düşündüm. 4 bin yıllık Aslankaya höyüğünden Selçuklu camilerine, yüzyıl öncesinin kerpiç konaklarından sıra sıra toplu konutlara… Başka hangi topraklar üzerinde bu kadar geniş bir aralıkta, bu kadar kapsamlı bir zaman yolculuğu yapmanın imkanı vardır?

Malatya’da günbatımı… Söylenecek fazla söz yok. En iyisi zamanın akışına dalmak.

Ertesi sabah olabildiğince erken toparlandık. Çünkü Malatya’nın dışına çıkıp apar topar Malatya’ya gelmeme neden olan mucizeyi en doğal haliyle görecektim. Bu mucize ne mi? Tabii ki kayısı!

Çağatay, bizi kendi köyüne, Malatya’nın 80 kilometre kuzeybatısındaki Hekimhan ilçesine bağlı Güzelyurt köyüne götürecekti. Kayısı “indirmenin” son demleriydi. Malatya’nın içinde kayısı kalmamış, Güzelyurt gibi yüksek köylerde de son mahsuller toplanıyordu. Çağatay’ın ailesi de yaz boyunca bahçelerindeki kayısıları indirmişler, benim geleceğimi öğrenince de kayısıyı dalında görebilmem için son birkaç ağaca dokunmamışlardı. Tabii görmekle kalmayacaktım!

Son kayısılar toplanmayı bekliyor. Kayısılar yaz başında toplanıyor, ağustosa gelindiğinde ancak yükseklerde kayısı bulunuyor.

Halk arasında “mişmiş” denilen kayısı gerçekten bir mucize. Bunu en sevdiğim meyve olduğu için söylemiyorum. Lezzeti bir yana sağlık için bir dolu faydası vardır. Sindirim sistemine, karaciğere, kalbe, gözlere, kemiklere ve cilde faydalıdır. Kayısının kendisi hem çiğ hem işlenmiş haliyle damağa şölen, vücuda şifa olur, çekirdeği preslenerek yapı malzemesi ya da yakacak olarak değerlendirilir, çekirdeğin içindeki tohum da badem olarak sofralarda, hammadde olarak ilaç sanayisinde kullanılır. Kısacası kayısının hiçbir yeri boşa gitmez. Sofralık ve kurutmalık olarak ikiye ayrılmasının haricinde, 8-10 farklı kayısı çeşidi vardır ki, ismini Malatya’nın ilk belediye başkanından alan Hasanbey’in yeri ayrıdır. İriliği, sululuğu ve lezzeti dünyaya nam salmıştır. Malatya’da üretilen kayısının %95’i ihraç edilir. Dünyada üretilen kuru kayısının %65-80’i bu bölgeden sağlanır. Eh, şimdi kayısıya mucize demeyeyim de ne diyeyim? Üstelik her mucize gibi bunun da bedeli büyüktür. Bakımı zor, toplanması zahmetli, işlenmesi teferruatlıdır. O yüzden yediğimiz her kayısıda büyük bir emek vardır ve onu asıl değerli kılan bu emektir.  

Malatya’yı çevreleyen coğrafyayı izlerken sanki zaman duruyor, insan hayallere dalıyor.

Ben kayısı hayalleri kurarken yol da vadilerin üstünden geçip gidiyordu. Yüksek tepeler sarıdan kızıla, oradan kahverengi ve grinin tonlarına geçerek tüm çoraklığına rağmen bir renk armonisi oluşturuyordu. Vadiler arasında tek tük köyler, tarlalar ve meyve bahçeleri göze çarpıyordu. Bu manzaraya bakarken yine hayallere daldım. Dağların arasında kıvrıla kıvrıla uzayan vadilerde bir kervan ağır ağır ilerliyordu. Karşıdaki tepelerden bir toz bulutu yükseliyor, dolu dizgin atlılar, kılıçlarını çekmiş kervana saldırıyordu. Bu coğrafya ister istemez zihnimdeki efsaneleri ve masalları gözümde canlandırmaya yardım ediyordu.

Dağların arasında kalan Hekimhan’a vardığımızda vakit öğleye yaklaşıyordu. İlçe, kayısının yanı sıra ceviziyle de ünlüydü ve o sıralar ceviz festivali düzenleniyordu. Ne yazık ki etkinlikler akşam yapıldığı için göremeyecektik. Hekimhan’ın halkı son derece güler yüzlü ve misafirperverdi. Çarşıda kime rastlasak bizi bir şeyler içmeye davet ediyordu.

Biz ise ilk olarak merkezde görebileceğimiz iki önemli tarihi yapıyı ziyaret ettik: Taşhan ve Köprülü Mehmet Paşa Camii.
 
Taşhan’ın etrafında binaya zarar veren dükkanlar yıktırılıp eser koruma altına alınmış.

Kapalı olduğu için giremediğimiz Taşhan, üç dilde yazılı kitabesine göre 1218 yılında, 1. İzzettin Keykavus tarafından yaptırılmış. Hem Osmanlı hem cumhuriyet döneminde tamir görmüş olan dikdörtgen planlı han avlulu ve eyvanlı yapı grubundanmış. Şimdilerde kültürel etkinliklere ev sahipliği yapıyor.

Köprülü Mehmet Paşa Camii’ne ait hamam, çeşme gibi yapılardan en iyi durumda olanı cami.

Yine içine giremediğimiz Köprülü Mehmet Paşa Camii ise tek minareli ve kesme taştan inşa edilmiş ufak bir cami. 1660 tarihinde yaptırılan caminin ilk kitabesinde Fazıl Ahmet Paşa'nın yaptırdığı yazılıymış.

Hekimhan’da biraz alışveriş ve Çağatay’ların evine kısa bir molanın ardından, esas hedefimiz olan Güzelyurt köyüne doğru yola çıktık. Kısa bir yolculuktan sonra dağların arasında, yeşili bol, eskilerin deyimiyle ismiyle müsemma, yani adı gibi güzel bir köye vardık. Çok geniş bir alana yayılmış olan köyü uzaktan gördüğümde, ağaçlar sanki vadinin içinde ırmak olmuş akıyor hissine kapıldım.

Toplanması, kurutulması, ayıklanması… Kayısı çok fazla emek isteyen bir meyve, değeri de oradan geliyor.

Çağatay’ın ağaçlar arasındaki evine, ailesinin sıcak karşılaması eşliğinde adım attık. Ağaç, toprak, çimen… Dalda sallanan kayısı, güneşte kuruyan kayısı, ayıklanan kayısı, toprağa düşmüş karıncaların yediği kayısı… İşte yaşamak bu! Doğma büyüme şehirli ben, köy yaşamını tam anlamıyla hiç yaşamamış olan ben, ağzım kulaklarıma vararak etrafı geziyordum. Biliyordum ki hiçbir zaman ben köy yaşamına adapte olamazdım, köy yaşamı da beni kabul etmezdi; yine de bir şehir insanı olarak içimde bastırılmış olan doğa özlemi depreşmişti. Bahçede dolaşırken, daldan kayısıları koparıp yerken, kayısı çekirdeklerini ayıklarken, sadece bu köyü ziyaret etmenin bile Malatya’ya gelmeye değdiğini düşünüyordum.

Geniş bahçede biraz turlayıp ailenin gayet sağlıklı ve dinç görünen büyükleriyle (tüm yaşamı orada geçen biri nasıl sağlıksız olabilir ki?) tanıştıktan sonra kayısı ağaçlarının altında kurulmuş yer sofrasındaki büyük ziyafete geçtik. Sevinç ve kayınvalidesinin işbirliğiyle yaptığı içli köftelerden kaç tane yediğimi hatırlamıyorum. Daha da yerdim tabii o tadına doyulmaz sebzeli güveç ve pilav olmasaydı.

Hatırladıkça yutkunduğum o ziyafetin ardından kendimizi kaldıracak halimiz kalmamıştı. Yemek üstüne ağaçların altında uzanmak ne kadar keyifliyse de bir gayretle kalkıp yola koyulduk.

Hekimhan’a bağlı Güzelyurt, geniş bir alana yayılmış, yemyeşil bir köy.

Önce kıvrıla kıvrıla giden bir yoldan tepeye çıkıp Güzelyurt’a kuş bakışı baktık. Yamaçlarda set set kayısı bahçeleri vardı. Daha sonra yüksek kayalıklarla çevrili bir kanyona vardık. Çordut denilen bu mevkide su kayaların arasından fışkırıyordu. Soğuk ve lezzetli su yaz sıcağında ilaç gibi geldi.

Yabani doğanın ortasında, kayaların arasından fışkıran kaynak suyu gibi sürprizlere rastlanıyor.

Güzelyurt suyu bol bir köy. Her tarafta akan bir su, bir çeşme görmek mümkün. Ziyaret ettiğimiz çeşmelerin kimisinin şifa verdiğine kimisinin mucize yarattığına inanılıyor; bekarların başını bağlamak gibi! Sevinç’in tüm ısrarlarına rağmen malum çeşmeden su içmedim, ne olur ne olmaz diye…

Güzelyurt’un su boylarında sıra sıra kavak ağaçları bulunuyor. Kavak ağacı rüzgarda tepesini eğip kayısı ağaçlarına tepeden bakıyor. Kayısı ağacı da “Sen uzunsun ama bak benim dallarım ziynet dolu” der gibi kayısının ağırlığıyla yere eğilmiş dallarını hışırdatıyor.

Güzelyurt’ta kavaklar ve kayısı ağaçları birbirlerine nispet yapar gibi rüzgarda salınıyor.

Son durağımız ufak bir balık çiftliği bulunan suni gölet oldu. Güneş yavaş yavaş alçalmaya başlamıştı. Hava kararmadan Malatya’da olmak istiyorduk. Çağatay’ın ailesiyle vedalaşıp yola koyulduk. Sabah geldiğimiz yollardan geri dönerken, Hekimhan’a bir kez de günbatımında tepeden baktık.

Güneş yavaş yavaş batarken dağların arasında kalan Hekimhan’a da veda etme vakti gelmişti.

Güneş Malatya Dağları’nın üstünden batıyor, boz renkli dağların yamaçlarında türlü türlü gölge oyunları yapıyordu. Gün boyunca ışığıyla kayısıyı kızartan güneş, gün sonunda yaptığı esere bakıyor, kayısıyı kıskanıp onun rengine bürünerek dağların ardından kayboluyordu.

Malatya’daki son günümün sabahını şehir merkezinde görmediğim yerlere ve alışverişe ayırdım. Ne de olsa kayısı alışverişi yapmadan, bunun için de Şire Pazarı’na gitmeden Malatya’dan ayrılamazdım. Ama önce müzeleri ziyaret etmek istiyordum.

Malatya’nın merkezi yürüyerek kolayca dolaşılabilir. Çarşının bulunduğu İnönü Caddesi, onun devamı olan Atatürk Caddesi, onları dik kesen Sinema Caddesi ve Kanal Boyu için Malatya’nın kalbinin attığı yerler denilebilir.

Gazi İlkokulu’nun bulunduğu caddeden başlayıp yürüyerek şehir turu yapılabilir.

Ben de şehir turuma Atatürk Caddesi’nin Kanal Boyu ile birleştiği yerden başladım. Buradaki meydanda Atatürk Anıtı ve ilerisinde Hürriyet Parkı yer alıyor. Caddenin bir tarafında kesme taştan inşa edilmiş anıtsal bir yapı olan Gazi İlkokulu var. 1930’ların başında yapılan üç katlı bina halen okul olarak hizmet veriyor.

Atatürk, Malatya’yı iki kez ziyaret etmiş. İkinci ziyaretinde kaldığı bina şimdi müze.

Caddenin diğer yanında ise Atatürk Evi Müzesi bulunuyor. Osmanlı’nın son dönemi eserlerinden olan bina tamamen kesme taştan yapılmış, oda bölümleri kâgir. İlk başta Halk Eğitim Merkezi olarak kullanılan bina, daha sonra Türk Ocağı, CHP İl Merkezi olarak hizmet vermiş. 1937’de Atatürk, Malatya'yı ikinci kez ziyaret ettiğinde bu binada kalmış. Bugün de Cumhuriyet dönemine ve Atatürk’ün ziyaretine ilişkin belge ve fotoğraflar sergileniyor.

Malatya Müzesi çok büyük olmasa da farklı dönemlere ait oldukça ilgi çekici bir koleksiyona sahip.

Öğle saati yaklaştığı için Kanal Boyu’ndan güneye doğru hızlı bir yürüyüşle MalatyaArkeoloji Müzesi’nin bulunduğu Kernek Meydanı’na gittim. 1979’da hizmete giren Malatya Müzesi’nde başta Aslantepe Höyüğünden çıkan Kalkolitik Çağdan Geç Hitit dönemine kadar uzanan çanak çömlek, mühürler, savaş aletleri, takılar vb. buluntular sergileniyor. Ayrıca diğer salonlarda Karakaya Barajı kurtarma kazılarından çıkan buluntular ile Urartu, Roma, Bizans ve Selçuklu dönemlerine ait eşyalar yer alıyor. Ayrıca oldukça geniş bir sikke koleksiyonu var. Benim müzede ilgimi çeken şey, savaş aletlerinin kap kacak ve diğer eşyalara göre daha az olmasıydı. Buna dayanarak Aslantepe’de yaşayanların savaşçı bir toplum olmaktan çok, sanat, zanaat ve ticaretle uğraşan insanlar olduğunu varsaydım.

Yine hızlı bir yürüyüşle Kanal Boyu’nun paralelindeki Sinema Caddesi’ne geçtim ve iki gün önce kapalı olan Beşkonaklar’daki Etnografya Müzesi’ni gezdim. Bu küçük müzede Malatya yöresine ait el sanatları, giyim kuşam, takı örneklerinin yanı sıra mutfak aletleri, silahlar ve günlük yaşama ait eşyalar sergileniyor. 100–150 yıl öncesinin Malatya’sına kısa bir yolculuk yapmak için ideal bir mekan. Arkeoloji Müzesi ve burası birbirini tamamlıyor diyebilirim.

Atatürk Caddesi’nden geçerek çarşıya indim. Bu arada karşıma çıkan sahaflar çarşısına da bir uğradım. Ancak buradaki sahaflar da zamanın gereğine uyarak çoğunlukla best-seller ve ders kitabı satıyorlardı. Malatya’yı anlatan bir kitap sorduysam da bulamadım.
Malatya çarşısı geleneksel ticaretin gözlemlenebileceği çok tanıdık bir yer. Ama arada renkli görüntülere de rastlanmıyor değil.

İnönü Caddesi’nin kuzeyinde, Yeni Cami’nin arkasında kalan sokaklara yayılan Malatya çarşısını, Türkiye’nin hemen her yerindeki çarşılardan ayıran bir özellik yok. Giyim eşyası satanlar, ayakkabıcılar, baharatçılar ve her tür yiyecek dükkanları, alışveriş merkezi öncesi dönemin ticaret usullerini uygulamaya devam ediyorlar. Eski alışkanlıklarını kaybetmeyen ve hesaplı alışveriş yapmak isteyen halk için hâlâ vazgeçilmezler.

Bakırcılar çarşısında orijinal bakırcıları görmek mümkün olmasa da büyükşehir yaşantısında artık mazide kalmış eşyalar göze çarpıyor.

İlginç olabileceğini düşündüğüm bakırcılar çarşısı bölümü, pazar günü olduğu için oldukça tenhaydı. Açık olan birkaç dükkanda termosifon kazanlarının ve davul fırınların hâlâ satıldığını görmek yüzümü gülümseten bir sürpriz oldu benim için.

Malatya’nın merkezinde bulunan heybetli Yeni Cami’nin içi de dışı gibi aydınlık.

Çarşıdaki en önemli ve benim de en çok ilgimi çeken yapı Yeni Cami idi. Kesme beyaz taştan inşa edilen cami öğle güneşi altında pırıl pırıl parlıyordu. Bir adı da kendisini yaptırandan dolayı Hacı Yusuf Taş Camii olan 1912 tarihli bu cami, Malatya’daki son dönem Osmanlı eserlerinin en heybetlilerinden biri. Caminin ilginç bir özelliği var. Selçuklu tarzını andıran üç minareden ikisi avlu duvarları üzerindeyken, tamamlanmamış gibi görünen üçüncüsü doğu avlusunda, camiden ayrı duruyor. Caminin içi, yüksek kubbesi ve her yanındaki pencereleri sayesinde havadar ve aydınlık. Caminin arkasındaki geniş meydanın çevresindeki banklarda oturup ortadaki çeşmeyi seyretmek mümkün. Meydanın bir kenarındaki modern ve israfı önleyen sebil ise susayanların derdine derman oluyor.

Valilik binasının önündeki İnönü Anıtı, zamanında halktan toplanan 160 bin lira ile yapılmış.

Cami turumu da tamamlayınca, önceden sözleştiğimiz üzere Çağatay ve bir başka ahbabımızla İnönü Anıtı’nın önünde buluştuk. Malum Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü Malatyalı. Bu yüzden şehrin pek çok noktasına İnönü’nün adı verilmiş. Valiliğin önünde, şehrin kalbi diyebileceğimiz noktadaki anıt 1946–1947 yıllarında heykeltıraş Nejat Sirel ve Hakkı Bey tarafından yapılmış.

Çarşıda gideceğimiz son bir yer kalmıştı: Şire Pazarı. Malatya’ya gelenlerin ve kayısı sevenlerin mutlaka uğraması gereken Şire Pazarı, yine çarşı mevkiinde bulunuyor. Malatya’da kayısı ticaretinin merkezi burası. Toptancıların yanında kayısı ürünü satan sıra sıra dükkanlar var. Dükkanların vitrini kayısı kuruları, lokumlar, pestiller, cezeryeler, reçel kavanozları dolu. Biz de Çağatay’ın tanıdığı bir dükkana girip alışverişimizi yaptık. Bu arada ikram edilen kayısı ürünlerinden de bol bol yedik. Ne de olsa ikramı geri çevirmek olmaz. Çeşitli kayısı ürünlerinin bir araya toplandığı paketler hem hesaplı hem hediye olarak uygun. Dükkanlarda kayısı dışında dut, erik, ceviz ve hatırlayamadığım pek çok ürün satılıyor.

Malatya’ya yolu düşen herkesin Şire Pazarı’nı ziyaret edip enva-i çeşit kayısı ürünlerinin tadına bakması lazım.

Kayısı alışverişini de hallettikten sonra cümbür cemaat toplanıp şehrin biraz dışındaki mesire yerlerinden birine pikniğe gittik. Her an her yerde mangal yapmaya muktedir olan Türk insanı doğal olarak o sıcakta piknik alanlarına hücum etmişti. Ama ne gam! Hep birlikte pür neşe pikniğimizi yapıp benim için özel olarak hazırlatılan kağıt kebabını afiyetle yerken, vakit kalmadığından gezemediğim yerleri görebilmek için Malatya’ya bir daha ne zaman geleceğimi düşünüyordum.

Çok iyi program yapıldığında bile üç gün, Malatya’yı kapsamlı bir şekilde gezmek için çok kısa bir süre. Malatya büyük bir il ve her köşesinde gezilecek görülecek bir şey bulmak mümkün. Görmek isteyip de göremediğim pek çok yer kaldı Malatya’da. Darende, Somuncu Baba, Arapgir, Yeşilyurt, Levent Vadisi, Günpınar Şelalesi, Nemrut Dağı ve daha birçok yer… Gördüğüm eserler bir yana üç günde bana kalan harika dostluklar, tadı hâlâ dağımdaki yiyecekler ve unutulmaz deneyimler oldu.

Bu yazıyı okuyanlara bir tavsiyem var: Dünyanın neresinden arkadaşlarınız olursa olsun, içlerinde biri mutlaka Malatyalı olsun. O zaman ne aç kalırsınız, ne açıkta…
Sonuç olarak Malatya gelişen, büyüyen bir şehir ama bunu yaparken geleneklerine sahip çıkmış, tarihini korumuş. Kayısıdan çok daha fazlası var orada. Malatya insanının misafirperverliği, açık fikirliliği ve çalışkanlığı var. Asırları kaplayan bir kültür var. Gerçekten eşsiz bir diyar Malatya. Keşke benzeri bulunsa, keşke Doğu Anadolu’da her yer Malatya gibi olsa… Malatya ve Malatyalılar kendilerine özgü değerleri ve kendilerine bahşedilen zenginliği korudukları müddetçe Doğu’da Paris’e ne gerek var!


Son bir söz: Başta beni misafir eden Sevinç ve Çağatay olmak üzere, Temel ve Tosun ailelerinin tüm fertlerine teşekkür ederim. Kayısının tadı hem ağızlarından hem yaşamlarından eksik olmasın. 

Sinan Bâli
14.09.2010 Moda

26 Temmuz 2010 Pazartesi

ZENGİNLİĞİNİN FARKINDA OLMAYAN İL: UŞAK


Bazı şehirlerin biraz ihmal edildiğini düşünmüşümdür. Özel bir nedeniniz yoksa veya yerlisi değilseniz, gidip görmek pek ilginizi çekmez. Hele oranın turistik yönden pek bir cazibesi yoksa ya da daha doğrusu bilinmiyorsa... Kaç kişi kalkıp da “Hanım, bayramda Karaman’a gidiyoruz” der? 3-4 günlük bayram tatilinde plajda bronzlaşıp dönmeyi düşünen hanımı, hayal kırıklığına uğratacaktır bu.

Uşak da bana göre bu talihsiz illerden biridir. Çevresindeki kentlerden çeşitli defalar geçmiş, hatta konaklamış olsam da Uşak’a yolum bile düşmedi. Afyon deyince kaymak, Kütahya deyince porselen aklıma gelir de Uşak deyince hiçbir kavram belirmez zihnimde.


Atatürk ve Kurtuluş Anıtı ile arkasında Valilik

Çok yakın bir arkadaşım vatani görevini Uşak’ta yapınca, benim de oraya gitmek için bir nedenim oldu. Hazır tatil için Çandarlı’da (bkz. “Yazın Son Deminde Çandarlı” adlı yazım) iken bir hafta sonumu ayırıp Uşak’a bir seyahat planladım.

Yol boyunca biraz Uşak’ın tarihine göz attım. Uşak çevresindeki ilk yerleşim M.Ö. 4 binlere dayanıyor. Bölge, Hititlerin ve Friglerin egemenliğinde kalmış. Ama asıl M.Ö. 7. yüzyılda Lidyalıların egemenliği altına girmesiyle önem kazanmış. Parayı ilk kez kullanan Lidyalılar, bu bölgedeki zengin altın yatakları sayesinde büyük hazinelere sahip olmuşlar. Bu dönemde yapılan Kral Yolu, Efes’ten başlayıp Uşak’tan geçiyormuş. “Karun kadar zengin” deyiminin kaynağı ise yine bir Lidya kralı olan Kroisos’muş.

Lidyalıların ardından önce Persler, sonra da Büyük İskender bu toprakları fethetmiş. M.Ö.2. yüzyılda başlayan Roma İmparatorluğu dönemi, Doğu Roma İmparatorluğu ile devam etmiş. Türklerin Anadolu’ya gelmesinden sonra bölge, 1176’da kesin olarak Selçukluların hakimiyetine girmiş. Selçuklu İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Germiyanoğulları Beyliği’nin parçası olmuş. 1429’da ise Osmanlı Devleti’ne katılmış. Katip Çelebi ve Evliya Çelebi seyahatnamelerinde Uşak’ın dokuma ve halıcılık konusundaki ününden bahsetmişler.

Valiliğin önündeki meydan

Uşak, İstiklal Savaşı’nın sonunda da büyük bir rol oynamış. Yunan Orduları Komutanı General Trikopis Merkez Göğem Köyünde ele geçirilmiş. 1 Eylül 1922'de Uşak işgalden kurtulmuş, 2 Eylül 1922'de Atatürk ve İnönü şehre gelerek karargah kurmuşlar, Trikopolis'in kılıcını bugün Atatürk ve Etnoğrafya Müzesi olan evde teslim almışlar.

Uşak bazı önemli ilklere de ev sahipliği yapmış. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk elektrik santrali Uşak’ta kurulmuş, elektrikle aydınlatılan ilk kent burası olmuş. Yine ilk iplik fabrikası ve ilk şeker fabrikası bu ilimizde kurulmuş.

1953 yılında il olan Uşak’ın adı, Osmanlı döneminde “âşıklar diyarı” anlamındaki Uşşak olarak söyleniyormuş, daha sonra ise “oğul, evlat” anlamına gelen Uşak kullanılmaya başlanmış.

İzmir – Uşak arasında yaklaşık 3 saat süren yolculukta, önce Gediz ovası boyunca tarım arazileri ve sanayi tesisleri arasından geçtik. Bu manzarayı nerede görsem, ne kadar bereketli topraklar üzerinde yaşadığımızı ve ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Sonra da bu şansı elimizin tersiyle itip bu toprakların kadrini bilemediğimiz aklıma geliyor.

Uşak’a yaklaştıkça arazi bozkıra dönüştü, derin vadilerin arasından geçen yol yükselerek vadilerin tepesine çıktı.

Ağaçlar arasından Ulu Cami’nin minaresi

Uşak’ın girişinde organize sanayi bölgesi bizi karşıladı. Şehrin ekonomisinde tekstil en önemli yeri tutuyor. Uşak, battaniyeleri ve kilimleriyle ünlü… Ancak kilim konusunda pek iyi şeyler duymadım. Söylendiğine göre üretim oldukça azalmış. Yine de Uşak ve Eşme kilimlerinin desenleri dünya çapında üne sahip.

Otobüsten şehrin girişindeki dinlenme tesislerinde indim ve servisle şehrin merkezine geldim. İlk olarak belediyenin arka sokağındaki Çardak Otel’e yerleştim. Dar bir sokaktaki 2 yıldızlı bu otelin hiçbir lüksü yoktu. Sadece bir gece kalacağım için fazla lüks aramıyordum zaten ama biraz daha bakımlı ve modern olmasını tercih ederdim. Odadaki eşyalar oldukça eski ve yıpranmıştı. Yine de temel bir temizlik seviyesini tutturuyordu.
 
Bir gece kaldığım Çardak Otel

Odaya yerleştikten sonra ilk işim, arkadaşım Erdem’i ziyaret etmek için Jandarma Komutanlığı’na gitmek oldu. Erdem’le nizamiyede bir saat kadar sohbet ettikten sonra ertesi gün çarşı iznine çıktığında buluşmak üzere sözleşip otele döndüm. Fotoğraf makinemi alıp hava kararmadan şehri keşfetmek üzere sokağa çıktım. Akşam yaklaşmasına rağmen hava fazlasıyla sıcaktı.


Burma Cami

İlk durağım, Uşak’ın kalbinin attığı İsmet Paşa Caddesi’nin sonundaki Burma Cami oldu. 1570 yılına tarihlenen bu caminin en ilginç yeri minaresi. Cami adını, burgu şeklinde yükselen, yivli minaresinden alıyor. Pek çok kez onarım gören cami belli ki zamanla yolun altında kalmış, bu da camiyi olduğundan ufak gösteriyor.


Ulu Cami

Ardından meydanın diğer tarafındaki Ulu Cami’yi ziyaret ettim. Bu cami de 15. yüzyıl başında Germiyanoğulları Beyliği döneminde yapılmış. Camiyi anlatan 50 yıllık bir yazıda; Germiyanoğullarından Yakup Bey’in camiyi yaptırdığı yazıyor. Burma Cami’den daha büyük olan bu yapının içindeki hoş süslemelerin ne kadar orijinal olduğu konusunda şüpheliyim. Belli ki yakın zamanda el değmiş. Caminin önünde ise güzel süslemeleri olan küçük bir çeşme gelen geçenin susuzluğuna derman oluyor.

 Ulu Cami’nin önündeki ufak çeşme

Caminin şadırvanındaki ağaçların gölgesinde oturan Uşaklılar sohbet edip havanın kararmasını bekliyorlardı. Ben de şehrin en hareketli yeri olan İsmet Paşa Caddesi boyunca yürümeye başladım. Lokantalar, kafeler, başlıca oteller ve mağazalar bu cadde üzerinde yer alıyor. Caddenin hafta sonu olması nedeniyle kalabalık olduğunu düşünmüştüm, ama sonradan öğrendiğime göre İsmet Paşa Caddesi dışında Uşak’ta insanların gideceği pek fazla yer yokmuş. Yani Uşak’ın tüm eğlencesi bu cadde…


Sarraflar Çarşısı

Caddeyi boydan boya kat etmeden önce, Ulu Cami’nin yakınındaki Bedesten’e, yani Sarraflar Çarşısı’na uğradım. İtalyan bir mimar tarafından 1901’de yaptırılan çarşı, iki katlı taş bir yapı. Ancak 1980’lerde yapılan restorasyondan sonra eski halinden pek bir şey kalmamış gibi görünüyor. Adı üstünde, burası ağırlıklı olarak kuyumculara ev sahipliği yapıyor. Hemen dışındaki tek katlı dükkanlar bloğu, saçaklarındaki süslemeleriyle eski görüntüsünü daha iyi korumuşa benziyor.

Şehrin can damarı İsmet Paşa Caddesi

İsmet Paşa Caddesi’nde yürüyerek Valiliğin de bulunduğu geniş bir meydanda yer alan Atatürk ve Kurtuluş Anıtı’na geldim. Bir havuzun ortasında yükselen bu görkemli anıt, üç bölümde Milli Mücadele’de süvarilerin kahramanlığını, Anadolu kadınının fedakarlığını ve Atatürk devrimlerini canlandırıyor.


Atatürk ve Kurtuluş Anıtı

Valilik binasının yanından ara sokaklara saptım.4-5 katlı apartmanlar arasında yer yer tek katlı, bahçeli evler göze çarpıyordu. Bu kerpiç evlerin bazıları metruk, bazılarında hâlâ oturanlar vardı. Ara sokaklardan yürüye yürüye Mendepazarı mevkiindeki Karaali Camii’ne vardım. Caminin 16. yüzyılda yapıldığı söylense de minaresi daha önceki bir döneme aitmiş, şimdiki yapı ise 19. yüzyılda inşa edilmiş.

Caminin ilerisindeki meydanda eskiden Paşa Hanı ya da Taşhan denilen iki katlı taş binayı gördüm. Tiritoğlu Mehmet Paşa tarafından Fransız bir mimara yaptırılmış. Zamanında her iki katta da dükkanlar varmış. Restore edildikten sonra otel olarak kullanılmaya başlanmış. Görünüşe göre şimdilik Uşak’ın en lüks oteli de burası.


Şimdi Dülgeroğlu Otel olarak kullanılan Paşa Hanı

Otelin yanından devam edip Köme mahallesinin ara sokaklarında gezindim. Eski evlere daha fazla rastlanan bu bölge için eski Uşak denilebilir. Girdiğim bir sokakta evlerin çoğunun restore edildiğini gördüm. Hatta bir tanesi Uşak Konağı adlı bir restorana dönüştürülmüş. Restore edilip eskiye uygun dekorasyonla otantik bir görünüm kazandırılmak istenmiş ancak sorduğumda yöresel özel bir yemeğin olmadığını söylediler. Bu bana göre bir eksiklikti ama nezih ve temiz bir mekana benziyordu.

 Uşak Konağı ve içi

Kunduracılar Çarşısı

Bir sonraki durağım Kunduracılar Çarşısı oldu. Burada hâlâ ayakkabıcılar faaliyet gösteriyordu. Tentelerle kapatılmış birkaç sokaklık bir alanda dükkanların önündeki tezgahlarda envai çeşit ayakkabı sergileniyordu. Kunduracılarla Belediye Binasının arasında kalan caddeye girdiğimde ise sıra sıra battaniye ve kilim satan mağazayla karşılaştım. Demek ki Uşak’ın ünlü battaniyelerini veya kilimlerini almak için bu caddeye gelmek gerekiyordu.

Farklı bir açıdan İsmet Paşa Caddesi

Yaklaşık iki saattir şehri turluyordum. İsmet Paşa Caddesi’ni merkez alarak bir daire çizmiştim ve şehir merkezinde görülebilecek hemen her şeyi görmüştüm. Yöresel yemekler yiyebileceğim düzgün bir yer bulamayınca ben de İsmet Paşa Caddesi üzerindeki Ezogelin isimli bir kebapçıya girdim. Lokantada Uşak’ın spesiyalitesi olan tarhana çorbasını bulamayınca hayal kırıklığına uğradım. Yediğim yemekler için söylenecek fazla şey yok ama servis ve ikram gayet iyiydi doğrusu. Ben sadece mercimek çorbası ve döner istedim ama ikram olarak gelen keşkek, salata, haydari, çiğ köfte ve bir dilim kızarmış sucuk bile insanı doyurmaya yeterdi. Yemek üstüne de ikram edilen çay ve dondurmalı irmik helvası da caba. Bakalım ne kadar hesap gelecek derken hepsine sadece 15 TL ödemem beni en çok şaşırtan şey oldu.

Tüm o yediklerimi sindirmek için İsmet Paşa Caddesi’ni bir aşağı bir yukarı üç defa kat ettim ve bu sürede Uşak üzerine izlenimlerimi toparlama imkanım oldu. Uşak beklediğimden biraz farklı çıktı. Ben daha tarım toplumu beklerken, sanayi ve ticaret toplumu çıktı. Gerçi ekonomik durgunluğun da etkisiyle esnaf sandalyesini atmış dükkanın önünde oturuyordu çoğunlukla ama sıkıntılı da görünmüyorlardı. Sanırım onlar da oluruna bırakmışlardı.


 Uşak’tan manzaralar

Uşak ne tam anlamıyla şehir ne de taşra. İkisinin arasında kalmış büyük bir kasaba sanki. Ege’nin rahatlığı ile Anadolu’nun bazen tedirgin eden gelenekselciliği burada birbirine karışmış. Modern desem modern değil. Tutucu desem alakası yok. Coğrafi konumu gibi Uşak’ta da bir arada kalmışlık hissi var. Yine de beklediğimden daha modern bir kent ve bunda da gördüğüm kadarıyla azımsanmayacak sayıdaki genç nüfus rol oynuyor.

Kısaca Uşak, atılım yapıp modernleşmek isteyen ama klasik Anadolu kültüründen de kurtulamayan bir şehir izlenimi bıraktı bende. Şehrin en renkli yönü ise şivesi belki de. Ege’ye özgü kıvrak ve ritmik şive burada kendini iyice belli ediyor. Yolda yürürken ister istemez insanların konuşmalarına kulak kabartırken buldum kendimi.


 
Uşak Arkeoloji Müzesi

Ertesi sabah ilk iş Uşak Arkeoloji Müzesi’ne gittim. Müzede Lydialılara ait zengin bir koleksiyon sergileniyordu. Özellikle altın, gümüş ve bronz işçiliğinin yüksek düzeyde olduğu Karun Hazineleri ilginçti. Oldukça iyi korunmuş mezar taşları da bulunuyordu. Karun Hazineleri 60’lı yıllarda yurtdışına kaçırılmış. Metropolitan Müzesi sergilemeye başlayınca dava açılmış ve 1993’te hazine yurda geri getirilmiş. Ancak bu kadar zahmetle geri getirilen bir koleksiyon için yetersiz bir müzeydi. Özellikle güvenlik zaafları nedeniyle sürekli burada hırsızlıklar oluyormuş. Pek çok buluntu açık havada, müzenin bahçesinde sergileniyordu. Biraz yatırım yapılarak çok daha güzel ve kapsamlı bir müze haline getirilebilir hâlbuki burası.

Bu topraklarda altın çok fazla. Karun Hazinesi’nin kaynağı da o altından geliyor. Şimdi de Türkiye’nin ve Avrupa’nın en zengin altın madenlerinden biri Uşak ili sınırları içinde yer alıyor.

Atatürk ve Etnografya Müzesi


General Trikopis kılıcını bu köşede Atatürk’e teslim etmiş

İkinci durağım şehir merkezinin diğer tarafında sayılabilecek, ama yürüyerek gidilebilen Atatürk ve Etnografya Müzesi oldu. Kaftancızade Ailesi’ne ait restore edilmiş konakta yer alan müzenin ilk katında çeşitli yöresel kıyafetler ve eşyalar sergileniyordu. Gösterişli takılar, Uşaklı hanımların da Karun’dan aşağı kalır yanı olmadığını belli ediyordu. Üst kat ise Atatürk’e ayrılmıştı. Müzenin bulunduğu konağın en büyük özelliği, Kurtuluş Savaşı’nın sonunda General Trikopis’in kılıcını burada Atatürk’e teslim etmiş olmasıydı.

Eski Uşak diyebileceğimiz, müzenin de içinde bulunduğu Köme ve Bozkurt mahallelerini bir kez daha turladım. Bu sayede zaten sayısı fazla olmayan, çoğu da bakımsızlıktan yok olma tehdidiyle karşı karşıya olan eski kerpiç evleri görme şansım oldu. Bu evlerden bir kısmı koruma altına alınmış, ancak Safranbolu, Kastamonu veya Amasya’daki gibi Uşak evleri diyebileceğimiz bir yapılanma yok.


Eski Uşak evleri

Ağır ağır sokakları turlayarak Erdem’le buluşacağımız Belediye binasının önüne geldim. Pazar sabahı olduğu için sokaklar tenhaydı. Yaşlılar Ulu Cami’nin etrafındaki ağaçların gölgesinde oturmuş hasbıhal ediyorlardı. Öğle saati yaklaştıkça uzaktan uzağa araba kornaları ile birleşen davul zurna sesi düğünleri müjdeliyordu.

Saat bir gibi Erdem’le buluştuk. İlk işimiz bir kebapçıya gidip karnımızı doyurmak oldu. Yine önceki akşama benzer bir sofra donatıldı. Yemekler lezzetliydi. Fiyatlar yine hesaplıydı. Bu arada yemek yediğimiz lokantanın ismi yine Ezogelin’di. Ben Uşak merkezinde 3 tane Ezogelin isimli lokanta gördüm.

Yine bir aşağı bir yukarı İsmet Paşa Caddesi’ni turlayıp, bir yerde oturup bir şeyler içerek hasret giderdikten ve bol bol sohbet ettikten sonra, Uşak’tan ayrılma vaktim geldi. Erdem’le vedalaşıp yine servisle otobüsün beni indirdiği konaklama tesislerine yollandım.

Uşak’a gelirken çok daha farklı şeyler hayal ediyordum. Nitelikleri göz ardı edilmiş, gizli kalmış hazineleri keşfedilmeyi bekleyen bir şehir. Hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim. Evet, Uşak’ın pek çok hazinesi var, ama o kadar gizlenmişler ki kimse çıkarma zahmetine katlanmamış sanki. Başta para olmak üzere pek çok ilklere bu bölgede gerçekleşmiş. Dünyanın en büyük altın madenlerinden biri burada. Anadolu’nun en büyük antik hazinelerinden birine ev sahipliği yapıyor ama yeterli itibar gösterilmiyor. Etrafı çok önemli antik şehirlerle çevrili, kaplıcalar, doğa harikaları var. Mesela dünyanın en uzun kanyonlarından biri olan Ulubey Kanyonu burada. Ama yeterli tesis ve tanıtım yok. Dokumada yüzyıllardır haklı bir üne erişmiş. Ama neden bir dokuma, halı-kilim müzesi yok mesela? Sanki Uşak sıradan olmaya terk edilmiş. Başta ihmal ettiğim için üzülüyordum ama tüm bu zenginliğe karşı tanıtım ve yatırım eksikliğiyle ihmal edilmesi gayet normal. Umarım Uşak çok geç olmadan, Karun’un zenginliğinin çağlar öncesinde kalmadığının farkına varır da o zenginliği kullanmaya karar verir.

Bu yolculuktaki en iyi şey aylar sonra askerdeki arkadaşım Erdem’i görmek oldu. Ona ve vatani görevini yapan tüm askerlere hayırlı tezkereler dilerim.

Uşak hatırası

Sinan Bâli
26.07.2010, Moda


Kaynakça:
www.usakkulturturizm.gov.tr
Uşak Belediye Başkanlığı - www.usak.bel.tr
Wikipedia
Çeşitli broşürler